Konu: Tarihe adını yazdıran liderler  (Okunma sayısı 966 defa)

0 Üye0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

#10 - 23.02.2020 19:48
“aşkın şarabından içtim hak oldum
kudretten donumu giydim pak oldum
hem hakk’a ulaştım men de hak oldum
anın içün irad etmem ölümü

aşkın şerbetinden içen aildir
kırklara nişan gösteren saildir
şah hatayi hizmetine kaildir
mevlam esirgesin mü’min kulunu”

Şah İsmail Hatayi  hakkında araştırmalara koyulduğunuzda eğer ki tarihçilerin çoğunun yapamadığı "Objektif" bakış açısını yakalarsanız öğretilen tarihte ne kadar yanıldığınızı fark edeceksiniz.

Şah İsmail'e karşı Yavuz, adil olmayan haksızlıkla dolu bir tavır sergilemiştir. Çünkü Şah İsmail'de büyük bir alevi gücü bulunuyordu aynı zamanda Osmanlı'nın o zamanlar halkının %90'ı alevi/Bektaşi tarikatına bağlı olduğunu düşünürsek bir anda Osmanlı'yı patates etme ihtimali vardı. Çaldıran savaşında, Alevi Bektaşi Yeniçeriler ile Anadolu Alevileri(Safevi Ordusu) savaşmıştır. Şah İsmail'in yaptığı stratejik hatalar vs. ortada da olsa pek çok barış çağrısı reddedilmiştir buna ait pek çok kaynak var ancak buda Şah İsmail aleyhine kullanılmaya çalışılıyor. Şah İsmail'in Türk diline ve Türkleşmeye verdiği önem objektif bakabilen taraflarca ortadadır. Şah İsmail'in Türklük vurgusuna karşı o zamanlar Osmanlı Araplaşmayı savunmaya başlamış zamanla Bektaşi tarikatını bitirme hamlelerinde dahi bulunmuştur. Osmanlı'nın kuruluşundan ilerleyişine kadar Bektaşi Tarikatı Esnaf/Din/Siyaset/Askeri gücü Felsefi/dini temeller üzerinden çok güzel bir şekilde idare etmiştir. Avrupa'da ki topraklarda Türkleşme konusunda da tamamen sembol haline gelmiştir.

Araplaşmak Türklerin en büyük felaketiydi. Tartıştığımız şey Araplaşmak başka bir şey değil. Bahsettiğim Türkleşmek ile Irkçılık/Milliyetçilik aynı değildir.

Yapılan en mantıklı şey Orta Asya kültürünü bulunan coğrafya ile gelen kültürlerle harmanlayarak kökenden gelen kültürün yok olmamasını sağlamaktı.

Tarih konusunda en büyük güç "Objektif" bakabilme yetisidir.

+Azeri olması konusunda eğer Azeri olmayıp Pers saraylarında bangır bangır Türkçe konuşuyorsa zaten şizofrendir boşa tartışmayalım :D :D :D
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok


#11 - 24.02.2020 16:05

XIV. Louis / 14. Lui  en garip geçmiş liderlerden biri, Fransa'da bir çok isyanı bastırarak devleti 72 yıl boyunca monarşiyle yönetmeyi başarmış ve halk tarafından "Güneş Kral" lakabını almıştır. Neden ona bu lakabın takıldığı sorulduğunda "Hiç bir zaman sönmediğim ve çehremde bulunanların sağlığını sağladığım için" benzeri bir cümle kurmuştur, ilk defa bilim akademilerini kuran arkadaş da bu arkadaş. Fransa'ya barış ve refah getirdiği söylenir. Aynı zamanda ona söylenen her kelimeye ve yaklaşıma, "bakarız" olarak cevap verirmiş. Genellikle pokerface bir karakter, bunu yapmasının sebebi ise başka insanların onun ne istediğini anlayıp ona göre davranmasını engellemek.

Meşhur sözü: l'etat, c'est moi. "Devlet benim." 
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok


#12 - 24.02.2020 17:55
“aşkın şarabından içtim hak oldum
kudretten donumu giydim pak oldum
hem hakk’a ulaştım men de hak oldum
anın içün irad etmem ölümü

aşkın şerbetinden içen aildir
kırklara nişan gösteren saildir
şah hatayi hizmetine kaildir
mevlam esirgesin mü’min kulunu”

Şah İsmail Hatayi  hakkında araştırmalara koyulduğunuzda eğer ki tarihçilerin çoğunun yapamadığı "Objektif" bakış açısını yakalarsanız öğretilen tarihte ne kadar yanıldığınızı fark edeceksiniz.

Şah İsmail'e karşı Yavuz, adil olmayan haksızlıkla dolu bir tavır sergilemiştir. Çünkü Şah İsmail'de büyük bir alevi gücü bulunuyordu aynı zamanda Osmanlı'nın o zamanlar halkının %90'ı alevi/Bektaşi tarikatına bağlı olduğunu düşünürsek bir anda Osmanlı'yı patates etme ihtimali vardı. Çaldıran savaşında, Alevi Bektaşi Yeniçeriler ile Anadolu Alevileri(Safevi Ordusu) savaşmıştır. Şah İsmail'in yaptığı stratejik hatalar vs. ortada da olsa pek çok barış çağrısı reddedilmiştir buna ait pek çok kaynak var ancak buda Şah İsmail aleyhine kullanılmaya çalışılıyor. Şah İsmail'in Türk diline ve Türkleşmeye verdiği önem objektif bakabilen taraflarca ortadadır. Şah İsmail'in Türklük vurgusuna karşı o zamanlar Osmanlı Araplaşmayı savunmaya başlamış zamanla Bektaşi tarikatını bitirme hamlelerinde dahi bulunmuştur. Osmanlı'nın kuruluşundan ilerleyişine kadar Bektaşi Tarikatı Esnaf/Din/Siyaset/Askeri gücü Felsefi/dini temeller üzerinden çok güzel bir şekilde idare etmiştir. Avrupa'da ki topraklarda Türkleşme konusunda da tamamen sembol haline gelmiştir.

Araplaşmak Türklerin en büyük felaketiydi. Tartıştığımız şey Araplaşmak başka bir şey değil. Bahsettiğim Türkleşmek ile Irkçılık/Milliyetçilik aynı değildir.

Yapılan en mantıklı şey Orta Asya kültürünü bulunan coğrafya ile gelen kültürlerle harmanlayarak kökenden gelen kültürün yok olmamasını sağlamaktı.

Tarih konusunda en büyük güç "Objektif" bakabilme yetisidir.

+Azeri olması konusunda eğer Azeri olmayıp Pers saraylarında bangır bangır Türkçe konuşuyorsa zaten şizofrendir boşa tartışmayalım :D :D :D
Yeniçeriler Çaldıran Savaşı öncesi Şah İsmail'e biat etmiş fakat savaşta bu sözü tutmamışlardır, tabi ki de bu da bir stratejik hata. Tahmin etmesi gerekiyordu Şah İsmail'in.

Yavuz Safevi ve Memlükler'i yendiğinde: "Ulan atama bak neler yapmış neler."
Timur Yıldırım'ı yendiğinde: "Hem Türk hem müslüman olan biri bunu yapar mı ya? Onun yüzünden İstanbul'un fethi gecikti, fetret devrine girmesek çok daha iyi durumda olurduk."

Diyeceğim bir şey var da neyse...
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok


#13 - 24.02.2020 20:28
Jül Sezar'ın birinci bölümü: GösterGizle
GAIUS JULIUS CEASER

"Barış istiyorsanız savaşa hazır olun."
Bu posttaki yazılar, tarafımca pek çok kitap ve internet bağlantılı kaynaklardan edinilip tarafımca yazılmıştır.


             

Gaius Julius Ceaser, Roma tarihinin en ünlü askerî dehası ve politik liderlerinden birisidir. Henüz 19 yaşındayken ailesi bir iç savaş nedeni ile katledilmiş, kendisini askeriyede bulmuştur. Gözü yükseklerde olan Sezar, her Romalı lider gibi kendisinin de askerî başarı elde etmesi gerektiğini, bu şekilde yükseleceğini biliyordu. 29 yaşındayken Roma'yı kasıp kavuran Spartacus tarafından başlatılan köle ayaklanması, Sezar'ın bulunduğu dönemde büyük bir sarsıntı yaratmıştı. Öylesine bir ayaklanmaydı ki, bütün generallerin askerleri olan 150.000 Romalı Leyjonere karşı yaklaşık olarak 100.000 kişilik bir köle ordusu bulunuyordu. Romalı generaller, sürekli övgüyü kendisi almak istediği için yalnız başına hareket ederler ve bu olaydan daha ciddi bir durum gelmediği sürece birleşmezler. Ayaklanmayı durdurursa büyük bir itibar kazanacağını bildiği için ayaklanmayı sonlandırmaya çalışan generallerden birisi olan Marcus Licinius Crassus'a, yani kendi generaline ayaklanmayı durdurabilecek stratejiler hakkında kendi fikir ve önerilerini sunmuş, önerileri sayesinde ayaklanmayı sonlandırmayı başarmıştır. Ayaklanmayı sonlandırıp Roma'ya dönerken fırsattan istifade Gnaeus Pompeius Magnus, bu ayaklanmayı kendisi sonlandırdığını Roma'da öne sürerek bütün övgüyü kendisi almıştır. Spartacus'un savaş alanında ölü bedeni bulunamadığı için Crassus asla kendisini Senato ve diğer Romalılara kendisini kanıtlayamamıştır.

Bu nedenden ötürü Crassus ve Pompey arasında çıkan çıkar çatışması tekrardan büyük bir iç savaş çıkmasına alevlendiriyordu. Herhangi bir içsavaşın kendi itibarını zedeleyeceğini bilen Sezar, ikilinin de ortak yönlerini bulup aralarındaki çıkar çatışmasına son vermiş, uzun zamandır hayalini kurduğu Konsül olması şartıyla ikilinin ortak kararlarla kendi isteklerini yerine getireceğini söylemiş ve aralarındaki bu çatışmaya bir son vermiştir. Crassus ve Pompey'in birleşmesiyle ve Senato kararıyla Roma'daki en güçlü, en sözü geçen bir ünvan olan "Konsül" ünvanını Sezar, 29 yaşında almıştır. Bu genç başarının ardında askerî ve politik bir zeka yatıyor. Tarihte bu üçlü arasındaki anlaşmaya Triumviratus(Triumvirlik) denir.

Bir süre konsül olarak devam eden Sezar, gözünü fazlasıyla hırs bürüdüğünden ötürü hem Senato hem de Crassus ve Pompey tarafından bir tehdit olarak algılanmış, elindeki Konsül yetkisi Senato tarafından alınmıştır. Konsüllük döneminde tanıştığı politik bağlantısı Roma'nın dışına kadar çıkan Servilia Caepionis ile bu konuyu tartışmışlardır. Üstte de belirttiğim gibi, her Romalı lider gibi kendisinin de askerî bir başarı elde etmesi gerektiği için konsüllükten valiliğe atanacağı zaman büyük bir sefer yapması gerektiğini belirtmiştir. Servilia, aynı zamanda Sezar'ın suikastinde payı olan Marcus Junius Brütüs'ün annesidir.

Sezar, valiliğe atandıktan sonra 20.000 kişilik bir ordu toplayıp Roma'nın kuzeyine doğru seferler düzenleyip Senato'nun herhangi bir izni olmadan toprak genişletme ve şan uğruna fetihler düzenlemiştir. Fetihleri günümüz İtalya'sından Fransa, hatta bilhassa İngiltere(Britanya)'ye uzanan seferlerin hepsinde başarılı olmuştur. Fransa'nın güneyinde kalan Galya bölgesi, yıllardır Romalılara en fazla zorluk çıkartan en pis barbar askerlerin bulunduğu bir bölgedir ve sayıları da bir o kadar fazladır. Kabile olarak ayrılan Galyalılar, her ne kadar birlik olmayı başaramasalarda ileride Sezar'ın bir seferinde devasa bir ordu kuracaklar.

Pompey ve Sezar'ın gerisinde kalan Crassus, askerî bir başarı elde etmek için Orta Doğu'ya sefer alır. Crassus, Orta Doğu'da zafer peşindeyken, Sezar, Galya'yı fethetmeye devam etmekteydi. M.Ö 53'e kadar 400.000 kilometre karelik bir bölgeye hakim olur. Bölgenin tamamına hakim olmak için "Gergovia" adındaki bir Galya bölgesi kalmıştır. Sezar ve askerleri bölgeye seferini sürdürürken bölgenin en gaddar generali Vercingetorix tarafından, Galya seferleri sırasında ilk bozgununa uğramıştır. Sezar, Galya'daki başarısının çoğunu, bölgedeki bir lideri olmayan kabileye borçludur. Vercingetorix'in gelmesiyle bu durum akışını bozmuştur. Üstelik olarak Vercingetorix, Roma Cumhuriyeti'ne karşı süren savaşlarda bütün Galyalıları birleştirebilen tek Galya lideridir.

Vercingetorix, asker sayısının Sezar ile çarpışmak için yetersiz olduğunu bildiğinden ötürü Sezar'ın sefer sırasında kaynak desteği aldığı bir köyü talan eder. Sezar, gerektiğinde gaddar olan birisi olarak bu durumu Vercingetorix'in aleyhine çevirip Alesia'ya 17 kilometre boyunca, kasabadakilerin dışarıya çıkışını kapatacak ve aynı zamanda içeriye girişleri de bilhassa kapatacak şekilde askerlerine duvar ördürmüştür. Alesia, bu kabilenin erzak kaynağıdır. Sezar'ın ördürdüğü bu duvar, Vercingetorix ve askerlerinin ya teslim olmasını ya da açlıktan ölmesini sağladı. Vercingetorix bu oyunun farkına varıp, aynı şekilde Romalıların da açlıktan öleceğini düşünerek teslim olmayı reddeder ve bir Galya Federasyonu kurar. Kurduğu bu federasyonda yaklaşık olarak 250.000 civarında devasa bir ordu birikmiş ve Alesia'ya doğru ilerlemeye başlamış. Sezar bunu öğrenmesine rağmen bölgeden ayrılmaz, aksine hiç kimsenin beklemeyeceği bir şey olan bir duvar daha yaptırır. 60.000 kişilik Romalı Lejyonerlere karşı 260.000 kişilik Galyalı Barbarlar var. Sezar'ın güvendiği tek şey ise yaptırdığı duvarlar oldu. Savaş sırasında ikinci batı duvarın aşınmasından dolayı savaş başlamadan önce dış bölgeye konuşlandırdığı Romalı Süvari birliklerini takviye için çağırması için sinyal verdi ve batı kanadındaki Galyalı Barbarların çoğu öldürüldü, kalanlar ise dağıldı. Jül Sezar'ın en büyük askerî zaferi, iki orduya karşı verdiği bu savaşta oldukça uzun süre dayanarak M.Ö 52 yılındaki Aleisa Savaşı oldu. Üstelik olarak Roma tarihçesinde Sezar'ın bu seferi, Roma'nın en büyük askerî fetihi olarak belirlenmiş ve Roma yaklaşık 500.000 kilometre kare topraklarını genişletmiştir.

Bu savaş sırasında Crassus, Orta Doğu'daki seferinde büyük bir başarısızlık sağladı. Yaklaşık 25.000 Romalı Lejyoner yaşamını yitirdi ve Crassus esir altına alındı. Bir rivayete göre Crassus, esir alındığı bölgedeki generallerin, Romalı Lejyonerlerin kasklarını eritip(altın da olabilir, kesin bir bilgi yok bu konu hakkında), Crassus'un ağzına doldurup ölümüne sebep oldukları belirtilir. Bu şekilde Crassus ve onun askerî zafer ve şan arayışı burada son bulur. Crassus'un ölümünden haber alan Pompey fırsat bilip, konsüllüğe aday olup Konsül ünvanına sahip olur. Karşı çıkacak hiç kimse kalmadığı için kolayca kazanır.



Devam edecek. Eğer yazdıklarım arasında hatalı bir bilgi varsa ve biliyorsanız durumu belirtmeyi unutmayın.

GAIUS JULIUS CEASER

"Barış istiyorsanız savaşa hazır olun."
Bu posttaki yazılar, tarafımca pek çok kitap ve internet bağlantılı kaynaklardan edinilip tarafımca yazılmıştır.


             



Seferlerini neredeyse tamamlayan Sezar, Pompey tarafından "senatodan izinsiz ordu toplamak, sefer yapmak, gereksiz savaş açmak" neticesinde suçlamalarda bulunmuş ve yargılanması için Roma'ya ivedi bir şekilde çağrılmıştır. Aynı zamanda gelen mesajda, kızının doğum sırasında öldüğü de belirtilmiştir. Gözünü hırs bürümüş olan Sezar suçlamaları kabullenmez-ki aslında gerçekten, yaptığı bir suç- ve Pompey'e karşı bir savaş açarak Roma'nın son 40 yılında üçüncü iç savaş girişimini atmıştır. Bu iç savaş girişiminin ilk adımı "Rubicon'u geçmek" olarak adlandırdıkları bir nehirden geçmektir. Bu deyimin anlamı, geri dönüşü olmayan bir yola girmektir.



Sezar'ın kendisine savaş açtığının haberini alan Pompey, Senato'yu toplayıp Yunanistan'a kaçma girişiminde bulunmuştur. Kaçmasının sebebi tam olarak bilinmese de bazı bilgilere göre şöyle sıralanıyor:

               ● Sezar'ın leyjonlarının sefer sırasında daha fazla tecrübe elde etmeleri,
               ● Pompey ve ordusunun her ne kadar kalabalık olsa da çok uzun bir süre boyunca sefer yapmaması, tecrübesizleşmesi,
               ● Roma'nın kapılarının Sezar gibi bir liderin önderliğinde 25.000 Romalı Lejyona karşı dayanmayacağı,
               ● Pompey'in dokuz farklı bölgede konuşlanan lejyonlarını Yunanistan'da toplayıp garanti bir savaş yapma düşüncesi.






Sezar'ın savaş açtığı esnada Yunanistan'a çoktan kaçmaya başlayan Pompey'e yetişmek için Sezar ve lejyonları büyük bir tempoyla ilerlemiş, gece gündüz demeden ve neredeyse hiç kamp yapmadan/dinlenmeden kaçan orduyu takip etmiştir. Ancak Pompey ve ordusunu gafil avlayamadan sahile varmıştır. Gemileri gören Sezar, ordusuna gemi yapma emrini vermiş ve ardından Yunanistan'a yelken açmıştır. Yapılan gemi, Sezar'ın ordusunun sadece yarısını aldığından dolayı bu gemi, iki kez git-gel yapmıştır. Savaş başlamadan önce Pompey ve Sezar'ın arasında yapılan müzakerede Pompey savaşmak istemediğini her ne kadar belirtse de bu olayı buraya kadar kendisi getirdiği için, Sezar'ın yapacaklarından korkup böyle bir suçlamada bulunduğu için Sezar savaşmaya bir nevi meyilliydi. Henüz ikinci gemi gelmediğinden dolayı Sezar, Pompey'in teslim olma teklifini geciktirmiş, bu esnada ikinci gemi de gelip ordusunu tamamlamıştır. Aralarında çıkan savaşta Sezar kazanmış, Brütüs esir alınmış, Pompey ise kaçmıştır.

Şehire dönmeden önce Pompey'in İskenderun'dan destek alacağını düşünen Sezar onu takip etmiş, ancak geldiğinde Kral ??(14/yo) tarafından kellesinin alındığını görmüştür. Mısır'ın kendi içerisinde Kraliçe VII. Kleopatra ve Kral ?? arasında çıkar çatışması bulunduğu için Kral, Sezar ve ordusunu kendisine çekmek istemiştir. Aile içi işlere karışmak istemeyen Sezar bunu reddetmiş, bu nedenle gözetim altına alma adı altında tutsak edilmiştir. VII. Kleopatra'nın onu bulmasıyla birlikte aralarında siyasi bir anlaşma yapılmış, Sezar serbest kalmış ve Kral'a karşı savaş açılmıştır. Savaşın ardından Kleopatra galip gelmiş, bu birliktelik siyasi birlikteliğin ötesine geçip bir aşka dönüşmüştür.

Roma'ya geri döndüğünde Sezar, insanların sürekli kavga ettiğini, isyan ettiğini ve halkın aç kaldığını gören Sezar, bunun sebebini "Cumhuriyet Senato olmadan bir hiçtir" diyerek Pompey'in tarafını tutan bütün Senato üyelerine ceza vermekten vazgeçmiş ve Senato birliğini tekrar kurmuştur. Bunun üzerine kendi diktatörlüğünü ilan etmiş, gelecek on sene boyunca Roma Cumhuriyeti için bütün gelişme ve yasaları sorgusuz sualsiz yapacağını belirtmiş ve Senato ile anlaşmıştır. Senato'nun içerisinde bulunan Brütüs'e, annesi Servilia ile geçmiş metreslerinden dolayı ayrı bir şekilde özen göstermiş, onu yakınında tutmuş ve değer vermiştir. Hatta öylesine güvenmiştir ki, kendisi öldüğünde vârisini Brütüs olarak belirleyeceğini belirtmiştir.





On senelik diktatörlüğün ardından getirdiği gelişmeler Roma'nın görmüş olduğu en parlak çağı yaşatmış, gelmiş geçmiş en hızlı ve en verimli yükseliş olarak kayıtlara geçmiştir. Bu yükselişin ardından Senato ile tekrardan anlaşıp bu yetkinin kendisi ile birlikte gideceğini belirtmiştir. Bu sırada geçmişten gelen hastalığı tekrardan ortaya çıkmış hatta süreklilik göstermeye başlamıştır. Günümüzde bakıldığında Epilepsi olarak adlandırılan bu hastalık, o dönemde bulunan şifacılar tarafından "Tanrı işi, cezalandırılıyorsunuz/mükâfatlandırılıyorsunuz." olarak böyle saçma bir şekilde teşhis konulmuş, herhangi bir tedavisi bulunamamıştır. Roma'da diktatör olarak geçirdiği 12 senenin ardından siyasi durumlardan ötürü yaptığı stresin bu hastalığı tetiklediğini düşünen Sezar, Crassus'u yenik düşüren Part İmparatorluğu'nu fethetmek için bir sefer hazırlığına başlamıştır ve Brütüs'ü yanına çağırıp Senato'yu bu sefer için bilgilendirmek için toplamasını rica etmiştir. Sezar'ın gözündeki hırs artık bir Kral olmaktan ziyade "Tanrı" olma yolunda ilerlemek olmuştur. Brütüs ve Senato, uzun zamandır Sezar'ın suikastini planlamış, bu savaşın sonrasında eğer kazanırsa "dokunulamaz" olacağını, kaybederse "Roma Cumhuriyeti'nin Sezar ile birlikte yıkılacağını" belirtmiş ve topluluk sırasında suikasti düzenlemişlerdir. 

Sezar'ın Brütüs'e verdiği valilik yetkisi sebebiyle Brütüs'ün bir nevi askerleri yönetme hakkı da vardı. Askerleri tiyatro(senato toplantısının yapıldığı yer, meclis) ve civarında konuşlandırıp hiç kimseyi hiçbir şekilde geçirmeme kaydıyla konuşlandırmış, Sezar Senato'ya girdiğinde bütün üyeler tarafından bıçaklanmış, son darbeyi de Brütüs atmıştır. Yaşamı boyunca güvendiği herkes tarafından ihanete uğrayan Sezar'ın son sözleri: "Sen de mi Brütüs?" (Et tu, Brute?) olmuş ve yaşamını yitirmiştir. Öldükten sonra Roma'da daha büyük facialar çıkmış, isyanlar çıkmış, Sezar için ağıtlar yakılmıştır. Kimilerine göre tarihin görüp görebileceği en iyi diktatör olarak belirtilen Sezar, kimine göre de ülkesini tehlikeye sokan bir politikacı olarak değerlendirmiştir. Çıkan isyanlar sonucunda Senato üyelerinden bir kaçı halk tarafından öldürülmüş, isyan bastırılamamış, Sezar'ın yerine yeğeni Octavius yerine geçip "Roma İmparatorluğu"nu kurmuştur. Bu esnada Sezar'ın güvenini boşa çıkaran Marcus Antonius, Sezar'ın aşk yaşadığı Kleopatra ile evlenmiş ve Mısır'a kaçmış, Mısır'da suikaste uğramıştır. Sezar'ın Kleopatra'dan olan çocuğu Ceaserion(Sezarion) annesinin ölümünün ardından sadece iki hafta boyunca tahtta kalmış, aynı şekilde suikaste kurban gitmiştir.


Okuduğunuz için teşekkürler. En sevdiğim liderlerden birisi olan Ceaser'ı kendi bildiklerim ile bu şekilde anlatabildim. Bir sonraki yazımda Cengiz Han'ı anlatacağım.
« Son Düzenleme: 25.02.2020 14:20 idcwur »
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok


#14 - 24.02.2020 21:25
Cengiz Han, Çinggis Haan, Timuçin

"Tanrı senin cezanı benimle verdi."
(Ben Tanrı'nın cezasıyım. Eğer büyük günahlar işlememiş olsaydınız, Tanrı beni sizi cezalandırmam için yollamazdı.)






Timuçin ellerinde kan ile birlikte dünyaya gelmişti. Doğum esnasında çadırda bulunan bir şaman, Moğol inancına göre eli kanlı bir şekilde dünyaya gelen bir çocuk, ileride büyük ve kudretli bir savaşçı olacağını söylemişti. Bu nedenle Timuçin'in babası Yesugey, yaşamı boyunca gördüğü ve savaş alanlarında kendisi dahil bir çok orduyu yenilgiye uğratan kudretli bir komutanın ismini verdi: Timuçin.

Timuçin henüz 9 yaşındayken babası, eşinin kabilesi olan Onkırat Kabilesi'ne gidip Timuçin'e uygun bir eş buldu. Dönemin evlilik yaşı "10" olduğu için Timuçin'in evleneceği kızın yani Börte'nin babası ile Yesugey, Timuçin evlilik çağına girince ikisinin evleneceğine dair bir anlaşma yaptı. Bu süreç içerisinde Timuçin, kayınpederine yardımda bulunmak için bir sene boyunca orada kaldı.

Uygur Devleti'nin yıkılmasıyla bölgede oluşan siyasi birlik boşluğundan dolayı Moğol Kabileleri ortaya çıkmaya başladı. Bu kabileleri birleştirme amacıyla ilerleyen Yesugey, daha öncesinde Tatarlılar ile savaş durumunda olduğundan dolayı Tatarlılar komutanı Timuçin'i esir almış, daha sonrasında Tatarlılar tarafından zehirlenip öldürülmüştür. Ölmeden önce Timuçin'in derhal yanına gelmesini isteyen Yesugey, Timuçin daha gelemeden yaşamını yitirmişti.
Yesugey'in ordusu dağıldı ve Timuçin ve ailesinden geri kalanlar eli bomboş bir şekilde kaldı. Öyledir ki hiçbir akrabası Timuçin ve ailesine yardımda bulunmadı. Sefalet içerisinde sürünürken Timuçin, kartalı ile birlikte avlanmayı öğrenip kendi ailesini küçük yaşta geçindirmeye çalışmıştır. Kartalın nereden geldiğini, nasıl avlanmayı öğrendiğini gösteren kesin bir kaynak olmasa da, Kartal ile avlanma kültürü yaklaşık 6000 yıldır Moğol geleneği olarak devam etmekte. Üvey kardeşiyle av ile girdiği bir tartışma nedeniyle üvey kardeşini öldürdüğü de bilinmektedir.

16 yaşına geldiğinde babasının anlaşma yaptığı kızla(Börte) evlenmiş, ancak Timuçin'in kabilesine düşman olan Merkit Kabilesi tarafından Börte kaçırılmış, ardından Timuçin, tabiri caiz, kabilenin içinden geçmiştir. Börte'yi kurtardığında hamile olduğunu öğrenen Timuçin, Börte'nin karnındaki bebeği kendi öz oğlu gibi görüp o şekilde yetiştirmiştir. Babasının ordusundan kalan çok küçük bir topluluk Timuçin'e sadakatini sürdürürken, Timuçin girdiği savaşlarda üstün başarı gösterip ününü arttırıyor, babasının izinden gidip bütün Moğol kabilelerini tek yumruk olarak birleştirmeyi istiyordu.

Cengiz Han'ın kan kardeşi olarak bilinen Gür Han(Camuka) ile aralarında çıkar çatışmaları başlamış, Cengiz Han bu çatışmaları kazanmış, Camuka'nın en çok güvendiği adamları Camuka'yı Cengiz Han'a teslim etmiştir. Bu bir taraf değiştirme stratejisidir ancak Cengiz Han, "Hanlarına ihanet eden, yarın bana da ihanet eder." düşüncesiyle Camuka'yı teslim eden askerlerin kellesini almıştır. Bunun ardından Camuka'ya tekrardan eskisi gibi dost, kan kardeşi olmayı teklif etmiş ancak Camuka kibrine yenik düşüp reddetmiş ve bir soyluya yakışır şekilde(kanının dökülmeden) öldürülmesine ve cesedinin herhangi bir dağa gömülerek saygı duyulmasını istemiştir. Camuka, Cengiz Han'ın hayatını bağışlama teklifini reddettiği için Camuka'nın belirttiği "kan dökülmeden ölme ve dağa gömülme" isteğine uygun bir şekilde öldürmüştür. İçeriği: Bütün kemiklerinin kırılarak öldürülmesi.



Camuka'nın ölümünden sonra karşısında bir engel kalmayan Cengiz Han, babasının hayalini gerçekleştirmiş ve bütün moğol kabilelerini tek bayrak altına almış, tek yumruk haline getirmiş ve kendi İmparatorluğu'nu kurmuştu. Moğol İmparatorluğu. Kurultay, Timuçin'e Cengiz Han adını vermiştir. Cengiz Han imparatorluğu kurduktan sonra karşısına Çin çıkmış, büyük bir savaş içerisine girişmiştir. Çünkü Çin: Sınırlarının dışarısında böyle bir devletin varlığını sürdürmek istemeyecekti. Karşısında ülkenin neredeyse tamamını kapatan Çin Seddi çıkmasına rağmen etrafından dolanıp karşısına çıkan Çin askerlerini birer birer öldürmüş/öldürtmüş, hatta bazı Çin askerleri Cengiz Han'ın kudretini anlamış olmalı ki onun tebaası altına girmek istiyordu. Çin'in köylerine saldıran Cengiz Han, bölgedeki bütün kadınları kendi himayesi altına alıp keyif yapıyordu. Bir rivayete göre de Cengiz Han'ın bu nedenden ötürü gayrimeşru yaklaşık yüzden fazla çocuğu vardır. Tabiri caiz, ayağını bastığı yerde kadınları hamile bırakıyordu.

Pekin'e vardıklarında Cengiz Han'ın karşısına hayatında görmediği bir sur çıkmıştı. İçeriye girmek imkansız olduğundan dışarıya bağlı olan bütün bölgelerini ele geçirmiş, içeriye erzak girebilecek bütün yolları kapatmış ve Pekin'in içerisindeki herkesi açlıktan kurutmaya çalışmıştır. Öteki yandan inşaatçılarına mancınık yaptırıyor ve şehrin içerisine sızmanın yollarını arıyordu. Pekin'in içerisindekiler bu süreç içerisinde isyan ediyor, birbirlerine saldırıp birbirlerinin erzaklarını çalmaya yeltenmişlerdir. Bunun üzerine Cengiz Han saldırıya geçmiş, teslim olanların canının bağışlanacağını, karşı çıkanların ise gazabına uğrayacağını belirtmişti. Saldırı taktiğinde ön saflara Çinli esirleri moğol askeri gibi giydirip üzerlerine sürmüş, şehrin komutanı Çinli esirlere ok yağmurunda bulunmuştu. Yani buradaki olay şu: "Ben sizin canınızı bağışlayacağıma söz verdim ve sözümü tuttum. Ama siz ön saflara gidip kendiniz öldünüz." Neredeyse bütün tarihçiler bu olayın ardından Cengiz Han'a gaddar, kindar, Tanrı'nın cezası lakabının hakkını verdiğini belirtmiştir. Sonuç olarak Pekin alındı ve Cengiz Han ve askerleri bütün civarı yağmalayıp öldürdü, kadınlara tecavüz etti. Bu taktik? yüzden Cengiz Han'a "gazabı merhametinden daha büyük" derler.



Ek bilgiler vermek gerekirse ki çoğunuz bilecektir ancak döneme bakıldığında Cengiz Han sadece Moğol İmparatoru olmak değil, Dünya'nın imparatoru olmak istiyordu. Bu nedenden ötürü 21 yıllık saltanatı boyunca Dünya nüfusunun %11'ini katletmiştir. Bunun yanı sıra hiçbir ansiklopedide fiziki özellikleri belirtilmemiştir, tam olarak bilinmiyordur. Sadece gür ve uzun sakallı, uzun saçlarının olduğu bilinmektedir. Dönemin arap tarihçisi ?? ?? tarafından yeşil gözlü, kızıl saçlı-sakallı olduğu belirtilse de hiçbir şekilde kanıtlanamamıştır.

Aynı zamanda Cengiz Han, Gök Tengri inancında olmasına rağmen tebaası altındaki bütün insanların din ve vicdan özgürlüklerini kendilerine bahşetmiş, tarih boyunca yapılan ilk liberal yapıdır.

Bunu zaten çoğunuz biliyorsunuzdur ancak Cengiz Han'ın mezarının yerini hiç kimse bilmiyordur. Ölümü hakkında iki tür rivayet vardır:

               ● Atından düşüp yaralanması,
               ● Çinli bir soylu kadınla-prensesle ilişki yaşarken suikaste kurban gitmesi.

Ancak hiçbir şekilde nedeni kanıtlanamamıştır. Aynı zamanda gömüldüğü sırada Cengiz Han'ın mezarının konumunu gören, gömüldüğünü gören herkes öldürülmüş, hatta gömen kişiler bile ölmüş/intihar etmişlerdir. Mezarının bulunmasını imkansızlaştırmak için atlarla mezarının bulunduğu bölgeden uzun bir süre boyunca dört nala koşulmuş, gömme izlerini kaybetmişlerdir. Üstelik olarak bir kehanete göre de, Cengiz Han'ın mezarı bulunduğunda dünyanın sonunun geleceği belirtilir.
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok


#15 - 24.02.2020 21:32
Eklemek isteyenler için hazır şablon oluşturdum. @1'den kopyalayabilirsiniz.
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok


#16 - 24.02.2020 22:08


ŞEYH ŞAMİL

" Çarlar ölecektir, Petrolarınız, ve Katerinalarınız gibi Nikola da gözleri arkasında gidecektir… Fakat Kafkasya mutlaka kurtulacak hür ve mesut olacaktır. Allah , hak ve vatan uğrunda çarpışanlara yardımcı olsun… "




Dağıstan’ın Gimri köyünde dünyaya geldi. Babası Avarlar’dan Muhammed, annesi Avar beylerinden Pîr Budak’ın kızı Bahu Mesedu’dur. Doğduğunda kendisine dedesi Ali’nin adı verildi. Ancak sürekli hasta olduğundan ad değiştirmenin iyi geleceğine dair geleneksel inancın etkisiyle ailesi adını Şâmil (Şâmûîl, Şemûîl) olarak değiştirdi. Kısa bir süre sonra sağlığına kavuşan Şâmil ilk eğitimini dayısından aldı. Ardından arkadaşı Molla Muhammed ile birlikte Harakinili Said ve ileride kayınpederi olacak olan Nakşibendî şeyhi Cemâleddin Gazi-Kumukī’den dinî ilimleri tahsil etti ve yirmi yaşlarında ileri bir seviyeye ulaştı. Kuzey Kafkasya müslümanlarının XVIII. yüzyılın sonlarında Ruslar’a karşı başlattıkları, Ruslar’ın müridizm, kendilerinin gazavât adını verdikleri direniş hareketi, bu hareketin lideri İmam Mansûr’un ölümünden sonra uzun yıllar liderden mahrum kalmıştı. Nakşibendî-Hâlidî şeyhi İsmâil Şirvânî’ye intisap ederek hilâfet aldıktan sonra 1823’te Dağıstan’a dönen Şeyh Şâmil’in arkadaşı Molla Muhammed 1829’da gazavât hareketinin liderliğine seçildi ve Kafkasya halklarını Ruslar’a karşı cihada davet eden bir bildiri yayımlayarak hareketi yeniden başlattı. Şeyh Şâmil imam ve gazi unvanıyla anılan Molla Muhammed’in en önemli yardımcısı oldu.

Molla Muhammed ve Şâmil 1830’da Hunzak Kalesi’ni almaya teşebbüs ettilerse de başarı sağlayamadılar. Aynı yıl Hazar denizi sahilindeki Tarku’ya saldırdılar, ancak Rus kuvvetlerinin yetişmesi üzerine geri çekilmek zorunda kaldılar. Ertesi yıl Tarku’yu ele geçirip Derbend ve Kızılyar’ı kuşattılar. 1832’de Viladi Kafkas şehri önlerindeyken Ruslar’ın Çeçen ve Avar topraklarında ilerleyip Gimri’ye kadar gelmeleri üzerine Dağıstan’a döndüler. Yapılan savaşta Molla Muhammed şehid düşerken Şâmil ağır yaralı olarak kurtuldu (20 Kasım 1832). Ruslar bu olaydan sonra Dağıstan’da direniş hareketinin sona erdiğini düşünürken Molla Muhammed’in yerine imam seçilen Hamza Bey (Hamzat Bek) mücadeleyi sürdürdü. Hamza Bey’in bir suikast sonucunda öldürülmesinin (19 Eylül 1834) ardından Şâmil, Avar ulemâsı ve ileri gelenleri tarafından imam seçildi. Şâmil, Hunzak’a yürüyerek Avaristan’ın tamamını kontrolü altına aldı. Kısa bir süre sonra Kuzey Dağıstan’daki Rus kuvvetlerinin yeni kumandanı General Lanskoy, Gimri köyünü tahrip etti. Ruslar Hunzak’a bir sefer düzenleyip Akuşa ve Girgil’i ele geçirdiler. Böylece Kuzey Kafkasya Rus hâkimiyetine girdi.

Şeyh Şâmil, Dağıstan’da kendi varlığını güçlendirmeye çalıştı. Çeçenistan’da yeni bir güç haline gelen Hacı Taşov ve Kibid (Kebed) Muhammed ile bir anlaşma yaparak Dağıstan ve Çeçenistan’da hâkimiyetini sağlamlaştırdı. Bunun üzerine Ruslar, Şâmil’in otoritesini kırmak ve halkı ikna etmek amacıyla Rus hükümetine sadık müslüman bir din âlimi olan Kazanlı Tâceddin Efendi’yi bölgeye gönderdiler. Fakat halk onun bölgeye gelmesini istemedi. Bu başarısız girişimin ardından Ruslar, Şâmil’i ortadan kaldırmak için Çeçenistan ve Dağıstan’a bir askerî harekât yapmaya karar verdiler. Zandak ve İrgin’i ele geçirdikten sonra Şâmil’in savunmada kalmasından yararlanarak Aşilta’ya bir harekât düzenlediler. Ancak bu çarpışmalarda büyük kayıplar verdiler; Avremenko ve Pisaref adlı kumandanları öldürüldü. Diğer taraftan General Fészé, Ocak 1837’de Grozni’ye ulaşmasının ardından Aşağı Çeçenistan ve Büyük Çeçenistan’a iki sefer yaptı. Aşilta yenilgisinden sonra General Fészé, Mayıs 1837’de Dağıstan seferine çıkıp Hunzak, Ensal ve Aşilta’yı ele geçirdi. 8 Temmuz’da Şâmil’in bir aydır kuşatma altında olduğu Tilitl önlerine vardı. Şâmil’in direnişiyle karşılaşan Ruslar onun ateşkes önerisi üzerine Hunzak’a geri çekildiler. Bu sırada Çar I. Nikola, Tiflis’te Şâmil ile görüşmek istediyse de Şâmil bunu reddetti. Daha sonra çarın görüşme isteğini bildiren mektubuna verdiği cevapta Kafkasya’da çarın hâkimiyetini kesinlikle tanımayacağını, vatan topraklarında taş üstünde taş bırakılmasa bile kararını asla değiştirmeyeceğini bildirdi.




1838 yılı Dağıstan ve Çeçenistan’da oldukça sakin geçti. 1839 Mayısında General Grabbe, Rus hatları ile geçiş yollarına baskınlar düzenleyen Hacı Taşov’u etkisiz hale getirmek haziran ayı başlarında 30.000 kişilik ordusuyla Şeyh Şâmil’e karşı sefere çıktı. Şâmil, Ruslar’ı durduramayıp Ahulgoh’a çekilmek zorunda kaldı. Ruslar 13.000 kişilik kuvvetle Ahulgoh’u kuşattılar. 1000 kadarı savaşçı, geri kalanı kadın, çocuk ve yaşlı 4000 kişiyle Ahulgoh’u savunmaya çalışan Şâmil ateşkes istemek zorunda kaldı. Grabbe bu teklifi kabul etmek için Şâmil’in oğlunu rehine olarak göndermesi, Ahulgoh’un şartsız teslimi, bütün silâhların Ruslar’ın emrine verilmesi gibi şartlar ileri sürdü. Ancak dört gün süren müzakerelerin ardından Şeyh Şâmil bu şartları reddetti. Seksen gün süren çarpışmalardan sonra Ruslar 4 Eylül 1839’da Ahulgoh’u ele geçirdilerse de binlerce kayıp verdiler. Ahulgoh savunması Kafkasya direnişinin bir dönüm noktası oldu. Kuşatmadan yedi müridiyle birlikte kurtulan Şeyh Şâmil önce İçkeri’ye (Küçük Çeçenistan) gitti. Nâibleri Şuayb Molla, Hacı Taşov ve Dargili Cevad Han da buraya geldi. Şeyh Şâmil kendisine itirazsız itaat edilmesi şartıyla İçkeri’nin yönetimini kabul etti ve ilk iş olarak Çeçenistan’ı dört nâibi arasında paylaştırdı. Nâibleri Ahverdil Muhammed ile Şuayb Molla Nazran, Gurzul ve Grozni’ye saldırılarda bulunurken kendisi Kuzey Dağıstan’a yönelip Rus kuvvetlerini İşkarti ve İrpili yakınlarında ağır bir yenilgiye uğrattı (Temmuz 1840). General Grabbe, Aşağ Çeçenistan ile Büyük Çeçenistan’a iki sefer düzenledi, ancak başarılı olamadı. Bölgedeki bazı nâiblerle hanları kendi yanına çeken Şâmil, 1841 yılının ilk yarısını Çeçenistan ve Dağıstan’da Ruslar’a karşı düzenleyeceği saldırılar için hazırlık yapmakla geçirdi. Yaz sonunda nâ-ibleri Kibid Muhammed ile Cevad Han doğudan, Hacı Murad batıdan Avaristan’a, kendisi de Kasım 1841 sonlarında Dağıstan’a girdi. Ruslar, Şâmil’in bu saldırılarına karşılık veremedi. 1842 yılına girerken Şeyh Şâmil, Çeçenistan ve Dağıstan’ın tek hâkimi oldu. General Grabbe’nin Mayıs 1842’de 10.000 kişilik bir orduyla başlattığı Dargiye (Dargi) harekâtı, Şuayb Molla’nın baskınları karşısında başarı sağlayamadı. Rus generalinin bu başarısızlığı Kuzey Kafkasya’da Şâmil’in gücünü sağlamlaştırdı. 1843 Eylülünde Şâmil, bir günden daha az zamanda 70 kilometreden fazla yol katederek Ensal’i ve Avaristan’daki bütün Rus kalelerini fethetti.

Şeyh Şâmil, General Argutinsky-Dolgurukov’un Avaristan’a gelmesi üzerine ekim ayında geri çekilmek zorunda kaldı. Buna rağmen yaptığı harekât Ruslar için tam bir yenilgiyle sonuçlandı. Ruslar, Kafkas orduları başkumandanını değiştirip General Neidhardt’ın yerine Vladimir Osipoviç Gurko’yu getirdiler. Ancak Gurko da Şâmil’in Girgil ile (Gergebil) Tarku’yu ele geçirmesini ve kumandanlarından Şuayb Molla’nın Vnezapnia’ya yaptığı saldırıyı önleyemedi. Şâmil 1844 yılı başlarında Kuzey Dağıstan’ın kesin hâkimi durumunda idi. Çar I. Nikola, 30 Aralık 1843’te General Neidhardt’a gönderdiği emirnâmede Şâmil’in bütün ordularının dağıtılmasını istiyor, ayrıca onun bazı destekçilerinin kazanılması için 45.000 ruble gönderildiğini belirtiyordu. Çar özellikle, Şâmil’in hocası ve kayınpederi Şeyh Cemâleddin ile Akuşa ve Tsuhadar kadılarının ve Tilitli Kibid Muhammed’in Rus tarafına çekilmesinin önemli olduğunu söylüyor, bunun yanında güçlü bir ordunun Kafkasya’ya sevkedileceğini bildiriyordu. Fakat Avaristan’a yönelik Rus askerî harekâtı Şâmil’in güçlü savunması karşısında başarılı olamadı. Sonunda General Neidhardt görevinden alındı ve yerine Prens Vorontsov, Kafkas orduları başkumandanı ve Kafkas genel valisi olarak tayin edildi. 8 Nisan 1845’te Tiflis’e gelen Prens Vorontsov tek koldan saldırıya geçmeye karar verdi. 15 Haziran’da 21.000 asker, kırk iki parça top ve bir roket bataryasıyla Gertme’den ilk seferine başladı. Aynı gün Şâmil’in terkettiği Terengul’u aldı. Ardından Salatav ile Gumbet arasındaki Kırk Geçidi’ni geçmeye başladı. 4000 asker ve on topla Andi Geçidi’ni aşan Vorontsov 23 Temmuz’da Şâmil’in idarî merkezi Dargiye’ye girdi. Ruslar’ın büyük gücü karşısında savunma veya meydan savaşı yapmanın uygun olmayacağını düşünen Şâmil, Dargiye’yi fazla direnmeden terketti. Çeçenistan’a çekilip âni baskın hareketlerine yöneldi. Bu arada Dargiye’yi tahrip ettikten sonra dönmekte olan Rus kuvvetlerine saldıran mücahidler üç general, 195 subay ve 3000’den fazla askeri öldürdüler.




1846 Nisanında Şeyh Şâmil, Kabartay bölgesi üzerinden batıdaki Çerkezler’le birleşip Kafkasya’nın birliğini sağlamak amacıyla 14.000 asker ve sekiz sahra topundan oluşan bir orduyla Şali’ye yürüdü. Nisan sonlarında Aşağı Kabartay’da Kupra nehrine ulaştı. Ancak Ruslar’ın gelmekte olduğunu öğrenince geri döndü. 1847 yılının ilk aylarını Dargiye-Vedan (Vedeno) diye adlandırılan yeni karargâhında geçiren Şâmil, haziran ayında Gergebil önlerine gelen Prens Vorontsov kumandasındaki Rus kuvvetlerine karşı kahramanca bir direniş gösterdi. Yaklaşık bir hafta süren çarpışmalarda Ruslar büyük kayıplar vererek geri çekildi. Ağustos-Ekim 1847’de Prens Vorontsov’un Şalti harekâtı, Haziran 1848’de General Argutinsky-Dolgurukov’un Gergebil, 1849 yazında Kibid Muhammed’in yeni karargâhı Çoh kuşatmaları dışında Kırım savaşının patlak verdiği Ekim 1853’e kadar Kafkasya’ya genellikle sükûnet hâkim oldu.

Şeyh Şâmil, Mart 1853’te Sultan Abdülmecid’e bir mektup yazarak durumu ona bildirdi. Buna rağmen henüz resmen savaş başlamadan Kafkasya’da ve özellikle Dağıstan’da Rus askerî yığınağını sekteye uğratacak eylemlere girişti. Nâibi Muhammed Emin, haziran ayında Suca bölgesinde Ruslar’a ait iki karakol-kaleyi ele geçirirken kendisi Zakartala tepesiyle Meseldeger’e hücum etti. Bir an evvel Tiflis’e ulaşmak isteyen Şâmil’in Güney Kafkasya’daki bu eylemlerinin amacı, muhtemel bir Osmanlı-Rus savaşına karşı Ruslar’ın bölgede askerî yığınak yapmasını önlemekti. Osmanlı hükümeti Ağustos 1853’te, Anadolu ordusu müşiri Abdülkerim Paşa’ya muhtemel bir Osmanlı-Rus savaşında kendilerine yardımda bulunması için bir kişiyi Şeyh Şâmil’e göndermesini emretti. 4 Ekim 1853’te Kırım savaşının başlaması Osmanlı Devleti’nin Kafkasya ile daha yakından ilgilenmesini zorunlu hale getirdi. Sultan Abdülmecid 9 Ekim 1853’te Şeyh Şâmil’e bir ferman yollayarak onu Ruslar’a karşı cihada çağırdı. Bu çağrıya 13 Aralık 1853’te cevap veren Şeyh Şâmil, Tiflis üzerine bir askerî harekâta girişilirse Ruslar’ın Kafkaslar’dan çıkarılabileceğini bildirdi. Ancak bu teklif Osmanlı Devleti’nce kabul görmedi. Osmanlı Devleti Mayıs 1854’te, Dağıstanlı Halil Bey’in teklifiyle Şeyh Şâmil’e Dağıstan serdar-ı ekremi unvanını verdi. Oğlu Gazi Muhammed, Danyal Sultan ve İsmâil Paşa’yı mirlivâlık, Şemhal Hanı Ebû Müslim’i feriklik rütbesiyle ödüllendirdi. Tiflis’e karşı askerî bir harekât yapılması konusunda ısrarlı olan Şâmil, Temmuz 1854’te Gürcistan’ın Kaheti bölgesine girdi. Bu sırada nâibi Muhammed Emin, Çerkezistan’da bulunuyordu. Osmanlı-Batum ordusu da Özürgeti bölgesindeydi. Şeyh Şâmil, bütün gayretlerine rağmen Osmanlı ordusunun Tiflis’e doğru hareket etmesini sağlayamadı ve karargâh yeni Dargiye’ye çekildi.

Haziran 1853’ten itibaren yaptığı saldırılarla Güney Kafkasya’daki Ruslar’ın seferberlik hazırlıklarını sekteye uğratan Şeyh Şâmil’in bu hareketi, Kasım-Aralık 1853 aylarında Kars-Gümrü yönünde cereyan eden muharebelerde Ruslar’ın savunmada kalmasında önemli rol oynadı. Osmanlı bahriyesinde görevli İngiliz Amirali Adulphus Slade bir raporunda Rusya’yı barışa zorlamak için Kafkasya’nın fethedilmesinin, bunu sağlamak için Çerkezler’in yanı sıra Şeyh Şâmil ile iş birliği yapılmasının gerekli olduğunu söylüyordu. Fakat gerek Şeyh Şâmil’in Dağıstan’daki kritik durumu gerekse Osmanlı Devleti’nin pasif tutumu Kafkasya’daki Rus varlığını sona erdirecek harekâtın gerçekleşmesini önledi, böylece tarihî bir fırsat değerlendirilemedi.

Paris Antlaşması’ndan (30 Mart 1856) sonra Rusya’nın Prens Baryatinsky’i yeniden Kafkas orduları başkumandanlığına ve Kafkas genel valiliğine tayin etmesi, Kafkasya’nın ve dolayısıyla Şeyh Şâmil’in kaderini belirleyen en önemli gelişme oldu. Prens Baryatinsky, Kafkasya’daki kuvvetlerini beş gruba ayırarak her birinin başına bir kumandan tayin etti. Haziran 1857’de 8500 piyade, 1400 süvari ve on toptan oluşan Prens Orbelyani kumandasındaki güçler Salatav’ı ve Burtinah’ı ele geçirdi. 12-28 Kasım tarihlerinde Zandak ve Dilim ile bu ikisi arasında bulunan bölge talan edildi. Lezgi hattından harekete geçen Baron Vrevsky, 14 Temmuz’dan itibaren üç hafta içinde Kafkas sıradağlarını güneyden aşarak Didolar’ın ülkesinin güneybatı ve kuzeydoğu kısmını tahrip etti. Çeçenistan kuvvetleri kumandanı Yevdokimov, 28 Ocak 1858’de Argun Geçidi’ni ele geçirip nisan ayında Aşağı Çeçenistan’da 15.000 kişinin yaşadığı doksan altı köyü itaat altına aldı. Hazar hattının yeni kumandanı Wrangel’in temmuz ayında başlayan ve ağustos boyunca devam eden askerî harekâtı neticesinde bölgedeki on beş Çeçen topluluğu Ruslar’a teslim oldu.

1859 yılına girerken Şeyh Şâmil yine savunma pozisyonundaydı. Yevdokimov 19-21 Şubat 1859’da yeni Dargiye’yi kuşattı. Yevdokimov ve Wrangel eş zamanlı olarak 26 Temmuz’da büyük bir saldırı başlattılar. Şâmil, ailesi ve 400 müridiyle Gunib’e çekildi. Ruslar 21 Ağustos’ta 70.000 kişilik bir orduyla Gunib’e ulaştılar. Prens Baryatinsky Şâmil ile görüşmek istediyse de red cevabı aldı. Şeyh Şâmil önce vuruşarak ölmeyi düşündüyse de sonunda oğulları Gazi Muhammed ve Muhammed Şâfiî ile birlikte teslim olmak zorunda kaldı (6 Eylül 1859). Prens Baryatinsky’nin karargâhına götürülen Şeyh Şâmil saygıyla karşılandı; Ruslar uzun zamandan beri direnişini kırmaya çalıştıkları Şâmil’e iyi davrandılar. Şeyh Şâmil ertesi gün Temirhanşura’ya, oradan Saint Petersburg’a, ardından Kaluga’ya götürüldü. Çar Aleksandr onunla burada görüştü; çarın onu kucakladığı rivayet edilir. 1869’da kendi isteğiyle Kiev’e gönderilen Şeyh Şâmil, Ruslar’ın izin vermesi üzerine hacca gitmek amacıyla 31 Mayıs 1869’da İstanbul’a gitti. Aynı gün sadrazamla görüştü, daha sonra şeyhülislâmı ve Dâhiliye nâzırını ziyaret etti. 15 Ağustos 1869’da Sultan Abdülaziz tarafından Dolmabahçe Sarayı’nda kabul edildi. Yedi ay Koska’da kendisine ayrılan köşkte oturdu. Sultan Abdülaziz, Şeyh Şâmil’e ve aile fertlerine maaş bağlattı. Hac farîzasını yerine getirdikten sonra İstanbul’a dönmesi beklendiği için Zarif Paşa Konağı kendisine tahsis edildi. 15 Ocak 1870’te Sultan Abdülaziz’e bir veda ziyaretinde bulunup 25 Ocak’ta İstanbul’dan ayrılan Şeyh Şâmil hac görevini ifa etmesinin ardından 1871 yılında Medine’de vefat etti ve Cennetü’l-bakī‘a defnedildi. Şeyh Şâmil’in oğullarından Gazi Muhammed, Osmanlılar’ın hizmetine girmiş ve 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Ruslar’a karşı savaşmıştır. Muhammed Şâfiî, Rus ordusunda tuğgeneralliğe kadar yükselmiş, bir süre Moskova’da, daha sonra Kazan’da yaşamıştır. Küçük oğlu Muhammed Kâmil’den olan torunu Said Şâmil 1920’li yıllarda Dağıstan’ın bağımsızlığı için Ruslar’la savaşmıştır.

Bir Nakşibendî şeyhi olan Şâmil lider (imam) seçildikten sonra güçlü hitabeti, kararlı tutumu, askerî ve siyasî dehasıyla Dağıstan’da ve bütün Kafkasya’da temayüz etmiştir. Hem idarî hem dinî otoriteydi. Bundan dolayı yazışmalarında imam ve emîrü’l-mü’minîn unvanlarını kullanmış, hükmü altındaki bölgelerde idarî sistemi yeniden düzenlemiştir. Siyasî, idarî, dinî ve adlî görevlerde kendisine yardımcı olan bir divan mevcuttu. Ülkeyi nâibliklere ve vilâyetlere ayırarak başlarına idarî ve askerî yetkilere sahip nâibler tayin etmiştir. Her nâibin bir müftüsü vardı. Üç dört nâibliğin bir vilâyet oluşturduğu bu yapıda vilâyetlerin başında yüksek rütbeli nâibler bulunuyordu. Ahverdil Muhammed, Kibid Muhammed, Şuayb Molla, Hacı Taşov, Danyal Sultan ve Hacı Murad ile Gazi Muhammed bunlar arasında sayılabilir. Bunun yanında nâiblerin faaliyetlerini kontrol etmek için muhtesip adı verilen görevliler vardı. Şeyh Şâmil’in oluşturduğu idarî ve askerî yapı, Ruslar’a karşı Dağıstan ve Kafkasya’da yirmi beş yıl boyunca büyük direniş göstermiştir. Rus İmparatorluğu’nun güçlü orduları karşısında unutulmaz destanî bir mücadele veren Şeyh Şâmil’in adı Rus işgaline karşı direnen Kafkas kavimlerinin hâfızasına nakşedilmiştir.


« Son Düzenleme: 24.02.2020 22:10 BlackEagle »
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok


#17 - 25.02.2020 23:02
ENVER PAŞA

"Bu hain herif, istese, bir anda her şeyi yapar; memleketi bahtiyar eder; etrafındaki alçakları dağıtır; hem memleket, millet bahtiyar olur, hem kendisi diyordum. Fakat bu adamın senelerden beri kan içmeye alışmış olduğunu ve insanın itiyadından vazgeçemeyeceğini düşündükçe, şahsına karşı fevkalade bir adavet (hissediyor) ve herhalde bunun vücudunun ortadan kalkmasının en selim bir çare olacağını düşünüyorum."

Bu post, çok sevdiğim yoldaşım Ömer Faruk'un kendi yazdıklarıdır. Kendisi bu platformun dışındadır.




"Harbiye Nazırı İsmail Enver Paşa. Bir kısım kendisini hain, bir kısım beceriksiz, bir kısım heyecanına yenik düşmüş bir komutan olarak görür. Bir kısımsa şimdi dirilse yolunda can vermeye hazırdır.

22 Kasım 1881'de İstanbul'da dünyaya gelmiştir. Heyecanlı, aksiyonlu ve çağın ötesinde fikirlere sahip bir kişiliğe sahiptir. Kendisi hakkında bir çok iftira, yanlış bilgi vb. mevcuttur. İlk olarak kendisinin yetiştiği ve geliştiği ortamı gözden geçirelim.

İsmail Enver Paşa, Osmanlı'nın gerçekten büyük bir bataklığın içerisinde hızlıca battığı bir devirde dünyaya gelmişti. Azıcık İnkılap tarihi veya Osmanlı tarihi bilen kişiler zaten o dönem hakkında az çok bilgi sahibidir.
Yaklaşık 300 sene önceye kadar teknolojiyi kendisi geliştirip, kendi savaş aletleriyle dünyaya öncü olan Osmanlı, o senelerde bütün gelişmeleri kaçırmış adeta bir  3. dünya ülkesidir. Her alan ıslahata, yeniliğe, çağdaşlığa açken; bunun yanı sıra bütün devlet daireleri rüşvet, yolsuzluk batağındaydı. Osmanlı'nın vefalı Anadolu halkını kenara atıp, yıllarca beslediği Araplar ve diğer azınlıklar ise çoktan isyan bayrağını çekmişti.
İşte bu ortamda başka bir padişah daha geldi başa. Kendi kişisel hazinesini Ermenilere devreden, kendisi zenginleştikçe ülkenin zayıfladığı, "kanla alınan toprak kanla verilir" deyip kilometrelerce karelik toprakları o hiç sevmediği(!) İngilizlere satan; şuanda televizyonlarda din sömürüsü için kullanılırken aslında kardeşiyle beraber sarayda rom içip, esrar saran; korkak bir padişah geldi.
Öyle korkaktı ki baskısını edebiyatta bile gösterdi. Kendisinden bütün bir Osmanlı'yı nefret ettirdi. İstiklal şairimiz Mehmet Akif Ersoy bile kendisine olan nefretini şiirlerinde göstermektedir.

İşte tam böyle bir ortamda bir subaydı Enver Paşa. Yapması gerekenler vardı, farkındaydı. Harekete geçti ve bir çok dostuyla beraber "İttihat ve Terakki'yi kurdu. Büyük kitleleri ardına topladı. İstihbarat ağı kurdu. Halil Kut, Ömer Fahreddin gibi büyük paşaları kendi bünyesinden çıkarttı.

Bab-ı Ali'yi bir baskınla devirdi. Hükumet kurdu, yıktı. Bir çok mesele oldu. Kurtuluş savaşı için silahlar sakladı. Sonrasında 1. cihan harbinin başarısızlığı neticesinde kendisi Almanya'ya, oradan Tacikistan'a gitti. Tacikistan'da bir mücahit olarak kendine yaraşır bir şekilde şehit oldu.
Kurtuluş savaşı yıllarında meclisteki mebus ve ordudaki subayların büyük bir kısmı eski ittihatçılar idi. Ve bu adamlar Enver Paşa geri dönerse Kurtuluş Savaşı'nı kötü etkileyecek hareketlerde bulunabilirlerdi. Bu yüzden ülkeye geri dönmemesi adına üzerine bir kaç iftira atıldı, atılması gerekti. Ayrıca hakkında yakalama kararı çıkarıldı."







"Kendisine atılan iftira ve hakkında bilinen yanlış."

"Bulunduğu ortamı az çok anladık. Bir de kendisine atılan iftiralardan bahsedelim.

Tabii ki "Sarıkamış 90 bin şehit" yalanından bahsedeceğim. Bu yalanı burada küçük satır aralarında aydınlatıp size yazmam zor. Merak edenlerin "Hafız Hakkı Paşa" hakkında araştırma yapmalarını ve Sarıkamış'da neden başarısızlığa uğrayıp 30 bin kadar şehit verdiğimizi öğrenmelerini tavsiye ederim."

Kendisi hakkında bir de yanlış bilgi dolaşmakta. Mektuplarında geçen "Turan" kelimesinden dolayı tarihçilerimiz onu "Turancı" olarak tanımlasa da kendisi aslen "İslamcılık" ideolojisini benimsemiş fakat bu ideolojinin araplar sayesinde gerçekleşmeyeceği anlaşılınca Türk ülkelerinden medet aramıştır.






"ANLAYACAĞINIZ ÜZERE ENVER PAŞA VE DİĞER İTTİHATÇILAR TAMAMEN BENLİKLERİNİ TÜRKLÜĞE VE OSMANLI'YA ADAMIŞ, BÜYÜK KİŞİLERDİ.
BURADA KENDİSİ HAKKINDA KISACA BİLGİ VERMEK İSTEDİM AMA BİR ÇOK SATIRIN ALTI BOŞ KALMIŞ GİBİ HİSSEDİYORUM.






Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok


#18 - 25.02.2020 23:34
Dinim, vicdanım, namusum üzerine yemin ederim ki,
Esası maksadı İslamiyetin realisine ve Osmanlıların ittihat ve terakkisine çalışmaktan ibaret olan bu cemiyetin, dahil olduğum şu geceden itibaren her türlü usul ve kavaidine tatbiki hareketle beraber hiçbir sırrını hariçten hiç kimseye, hatta efrad-ı cemiyetten mezun olduklarımdan gayrısına katiyyen faş etmeyeceğim.

Yemin ederim ki,
Millete hukuku hürriyetini bahşeden Kanun-i Esasi’nin tamamiyle tatbik ve devam-ı meriyetini gaye-i maksad bile cemiyetin kararlarını ve uhdeme tahmil ve tevdi edilecek olan vezaifi tamamen ifada tereddüt eylemeyeceğim. Hükumeti hazıranın pençe-i zulmüne düşerek taht-ı tevkife alındığım halde dahi gene namusum üzerine yemin ederim ki,
Etlerimi kemiklerimden ayıracak bir işkenceye çarpılacak olsam bile cemiyetin esrarını ve efradından hiç birisinin ismini haber vermeyeceğim. Cemiyet efradından biri düçar-ı felaket olduğu taktirde kendisine ve ailesine vüs’üm yettiği kadar nakden muavenette kusur etmeyeceğim. Şayet bunca taahhüdatı namuskaraneye rağmen hiyanet edecek olursam alçaklık edenleri nerede bulunursa bulunsun takibe memur edilen zabita-i cemiyetin icra eyleyeceği idam cezasına karşı şimdiden kanımı helal ederim.

Vallahi, Billahi.
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok


#19 - 29.02.2020 12:24
Selahaddin Yusuf bin Eyyub, Yusuf, Selahaddin Eyyubi
El-Melik en-Nâsır


""Dostlarıyla uğraşanlar, düşmanlarıyla savaşamazlar."

Kudüs-ü Şerif esir, Mescid-i Aksâ mahzun...




1138 doğumlu Selahaddin Eyyubi, Türk-Arap birleşiminden gelen bir çocuktu. Babası ise Tikrit komutanı olarak görev alan Necmeddin Eyyub'dur. Annesi ise Selçuklular'dan Mahmud'un kız kardeşidir. Selahaddin Eyyubi'ye kürt denmesinin sebebi, o dönemde ailesiyle birlikte Azerbaycan'a göçüp bölgenin kürtleriyle yakın ilişki kurup bir nevi onlar gibi olmasıdır. Aslında kürt olmamasına rağmen tarihçelerde "Kürt Prensi" olarak geçer. Ki bunu Prof. Dr. İlber Ortaylı'da katıldığı bir canlı yayın programında belirtmiştir.

Selahaddin Mısır, Suriye, Yemen ve Filistin'in ilk Müslüman sultanı, Eyyubi hanedanının kurucusu ve tüm zamanların en ünlü Müslüman kahramanlarından birisi olarak bilinmektedir. Selahaddin, Hristiyan Haçlılarına karşı savaşmış ve bunlardan en çok bilineni III. Haçlı Seferi esnasında Lionheart Richard (Aslan Yürekli Richard) olarak bilinen I.Richard'a karşı olan mücadelesidir.

 

1187 yılında Kudüs Krallığı ordusunu(I.Richard'ın ordusunu) büyük bir şekilde mağlup edip, doksan senenin üzerinde Frankların işgali altında kalan kutsal toprakları geri almıştır. Şehri aldıktan sonra kana bulamaktan ziyade, Hristiyan ve Yahudi vatandaşlarına cömert şekilde davranmıştır. Kadınların, yaşlıların, fakirlerin herhangi bir kefalet ödemeden şehirden ayrılmalarına müsaade etmiştir. Çoğu kişi tarafından "Savaşçı Kral" olarak nitelendirilir; çünkü muharebede bir o kadar gaddarken, düşmanlarına karşı da bir o kadar cömert olabiliyordu. Richard, her ne kadar farklı inançlara mensup olsalar da Eyyubi'ye karşı büyük saygı duymuş ve onu İslam dünyasının kuşkusuz, en büyük ve en güçlü lideri olarak övmüştür.




Bütün bu savaşların ardından 1192 yılında Richard ve Eyyubi, ateşkes anlaşması imzalamış ve savaşı bitirmiştir. Bir sonraki sene Selahaddin vefat etmiş, vefat etmeden önce ise kişisel servetinin çoğunu halkına bağışlamıştır. Diğer yandan Eyyubi hanedanı, nesiller boyunca Mısır ve Suriye'ye hükmetmeye devam etti. Müslüman hayranları ve Hristiyan düşmanları tarafından büyük saygı gören Selahaddin, günümüzdeki tarihçelerde halen göz nuru olarak biliniyor.


« Son Düzenleme: 02.03.2020 22:07 idcwur »
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok