CHAPTER I — Kaçakların Topraklarında
Javier Del Rio, Meksika’da hakkında çıkan tutuklama emrinden sonra, her şeyi geride bırakmak zorunda kalmıştı. O sabah evinden çıkarken ardında sadece geçmişini değil, kimliğini de bırakmıştı. Ucuz bir otobüs biletiyle vardığı Vice City, sıcak havası, neon ışıkları ve suçla yoğrulmuş caddeleriyle insanı hem büyülüyor hem de boğuyordu. Bu şehir, kurtuluş vaat eden bir cehennemdi. Javier’in cebinde birkaç dolar, sırt çantasında birkaç parça kıyafet, bir sigara paketi ve bir umut vardı: “Belki burada yeniden doğabilirim.”
Ama Amerika, Meksika sokaklarından çok farklıydı. Dilini bilmediği bir ülkede, yabancı bir kültürün içinde kaybolmuştu. Günlerce iş aradı. Mekanik dükkânları, tamirhaneler, lastikçileri dolaştı; Lowrider kültüründen gelen el maharetiyle araba işlerinden anladığını göstermeye çalıştı. Ama kimse, aksanlı İngilizcesine, paslı ellerine güvenmiyordu. Cebindeki para tükendikçe otellerden sokaklara indi; karton yataklar, teneke ateşler, çalınmış sandviçlerle geçen geceler…
Ta ki bir akşam, “El Corona” adını duyana kadar.
“Meksikalıların mahallesi,” demişti biri. “Fakir ama sadıktır oranın insanı. Girersen seni sahiplenirler ama ihanet edersen seni gömerler.”
El Corona, Vice City’nin arka planında unutulmuş bir hikâyeydi. Eski püskü evler, boyaları dökülmüş duvarlar, her köşede haç motifleri ve Meksika bayrakları… Havanın içinde kızartılmış et kokusu, uzaklardan gelen banda müzikleri, çocukların bağırtısı ve motorların homurtusu vardı. Ama o seslerin ardında garip bir gurur, diz çökmemiş bir onur gizliydi. Uyuşturucuya karşıydılar, ama hırsızlık, kaçak içki, yasa dışı bahis… bunlar hayatın bir parçasıydı. Gençler sokakta yaşar, gece yarısı köşelerde toplanır, biralarını içip birbirlerine hikâyeler anlatırlardı. İşte Javier o gece, bir teneke ateşin etrafında oturan iki gençle karşılaştı. Birinin kafası kazıktı, üstünde beyaz bir atlet, pantolonu boldu. Diğerinin yüzü karanlıkta kaybolmuştu. Yaklaşıp “ateş var mı?” diye sordu. Kel adam çakmağını uzattı, gözleriyle onu süzdü. “Buralı değilsin, değil mi?” dedi. “Değilim,” diye cevap verdi Javier. Adam başını salladı. “O zaman hoş geldin. Ben Judas Barbosa. Bir sigara paylaşıldı. Birkaç cümle, birkaç kahkaha. O küçük kıvılcım, kaderin yazdığı büyük bir dostluğa dönüşecekti. Judas’ın yüzündeki çizgiler yaşından fazlaydı. Ama o çizgilerin altında bilgelik vardı. O gece Javier öğrendi ki Judas, Meksika’da bir kartelde çalışmış, ama sevdiği kadının fazla dozdan ölmesiyle her şeyden vazgeçmişti. Kartel patronunu öldürmüş, kardeşi Cesar’la birlikte sınırı geçip Vice City’ye sığınmıştı. El Corona’da ucuz bir ev almış, garajını motorlarla doldurmuştu. Motorlar onun sessiz ibadetiydi. Onları öyle bir şefkatle tamir ederdi ki, sanki demir değil de günahı onarıyormuş gibiydi. Zamanla mahalledeki herkes, Judas’a sadece mekanik işler için değil, hayat meseleleri için de gitmeye başladı.
Judas yavaş yavaş bilgeliği ve adaletiyle sokağında otorite kabul edilmeye başlanmıştı.
Yanındaki gençler onu örnek alıyor, onun gözüne girmek için sokaklarda takılıyordu.

Birinin sevgilisi mi kaçtı? Judas dinlerdi.
Birisi haksızlığa mı uğradı? Judas karar verirdi.
Mahalle, ona “El Juez del Barrio” Mahallenin Yargıcı demeye başlamıştı.
Sokaklarda kavga çıksa, polis değil, önce Judas çağrılırdı.
Javier, bu bilge ama kırık adamda kendini bulmuştu. Ve o gece, kader onu
yeni bir kardeşliğin eşiğine getirdi.