CHAPTER I
Adrian Rivers
Adrian Rivers, 2004 doğumlu Rio de Janeiro’nun kenar mahallelerinde, favela’nın tozlu ve tehlikeli sokaklarında büyüdü. Çocukluğu, dar geçitler, teneke çatılar ve geceleri susmayan silah sesleriyle geçti. Babasını hiç tanımadı, annesi ise gün boyu ev temizliğine giderek kıt kanaat geçinmeye çalışıyordu. Burada hayatta kalmanın tek yolu ya futbolcu olmak ya da sokakların kurallarına göre oynamaktı. Adrian, ikinci yolu seçti.
Dövüşmeyi küçük yaşta öğrendi. Önce kendini korumak için kavgalara girdi, sonra başkaları için dövüşmeye başladı. Mahallede güçlü adamların dikkatini çekmesi uzun sürmedi. İlk işleri basitti—borçlarını ödemeyenlere mesaj vermek, korkutmak, hafif dayak atmak. Ama zamanla işler büyüdü.
Bir gün, ona bir silah verdiler. Artık yalnızca adam dövmesi istenmiyordu. Bu sefer, birini vurması gerekiyordu. Hedefi, borcunu ödemeyen biri ya da sokakta rastgele biri değildi—bu, favela’nın büyük oyuncularından birine karşı verilen bir mesajdı. Adrian, böyle bir işin geri dönüşü olmadığını biliyordu. Ama kabul etti. Plan basitti: Adamın çıktığı barın önünde bekleyecek, bacağına sıkacak ve uzaklaşacaktı. Öldürmek değil, mesaj vermekti.
Fakat o gece işler ters gitti. Silahı ateşlediğinde adamın yere yığılmasıyla her şey sustu. Planladığı gibi bacağına isabet ettirdiğini sandı ama adam başını çarparak yere düştü. Birkaç saat sonra hastanede komaya girdiği haberi geldi. Bu, Adrian için bir ölüm fermanıydı. Favela’da herkes birini tanırdı, bu yüzden saklanmak imkânsızdı. Çete, onu sokak sokak aramaya başladı. Polis de bu saldırıyı araştırıyordu, çünkü adam hastaneye götürüldüğünde, bu işin basit bir kavga olmadığı anlaşılmıştı. Adrian iki taraftan da köşeye sıkışmıştı.
Tek çaresi kaçmaktı. Hiçbir şey sahte olmayacaktı. Pasaportunu aldı, son parasını biriktirdi ve en hızlı şekilde ülkeyi terk etmek için bir plan yaptı. Havalimanına giden bir otobüse bindi, sırtında sadece küçük bir çanta vardı. İlk bulduğu bileti satın aldı ve Brezilya’yı arkasında bırakıp Florida’ya uçtu.
Şimdi Vice’da yeni bir hayat kurmaya çalışıyor. Yeni bir isim almadı, geçmişini değiştirmeye çalışmadı. Ama Adrian Rivers biliyor ki,
"Favela’dan kaçabilirsin ama Favela senden kaçmaz. Ve ne kadar uzağa gidersen git, bir gün geçmiş seni bulur."
Vice’a vardığında, Adrian Rivers’ın ne bir planı vardı ne de bir yönü. Şehir büyük, fırsatlar boldu ama burada tek başına bir yere gelmek kolay değildi. İşte tam da böyle bir dönemde Gwayne Corwyn ile tanıştı.
Tanışmaları tesadüf gibi görünse de, aslında Vice’da hiçbir şey gerçekten tesadüf değildi. Gwayne, Adrian’ı kısa sürede süzdü. Onun nereden geldiğini, neye yatkın olduğunu anlamak uzun sürmemişti. Konuşmaları kısa ama anlamlıydı. Gwayne açık açık bir teklif yapmadı ama Adrian’a şehirde bazı kapıların sadece doğru insanları tanıyarak açılacağını hissettirdi.
Birkaç gün sonra, Gwayne onu Kafes adındaki mekâna götürdü. İlk bakışta seçkin bir üyeler kulübü gibi duran bu yerin içinde farklı bir hava vardı. İnsanlar dikkatli konuşuyor, kimse gereksiz hareket etmiyordu. Burada her şeyin bir anlamı vardı ve Adrian bunun farkındaydı.
İçeride göz gezdirirken, en dikkat çeken adamlardan biri bir köşede oturuyordu: Augustus "Aggy" Sinclair. Mekânı yöneten bir havası vardı. Gwayne, Adrian’a bir şey söylemedi, onu yönlendirmedi. Ama Adrian’ın nasıl bir adam olduğunu görmek istiyordu.
Adrian beklemedi. Kendi adımını kendisi atacaktı. Direkt Aggy’nin masasına ilerledi ve gözlerini ona dikerek konuştu;
“Augustus Sinclair, değil mi?”
Aggy, gözlerini hafifçe kıstı. Kendi mekânında, tanımadığı birinin bu kadar rahat yaklaşması alışılmış bir şey değildi. Bir an duraksadı, sonra hafif bir gülümsemeyle başını salladı.
“Bana Aggy derler,” dedi sakin bir sesle. “Sen kimsin?”
“Adrian Rivers.”
Kısa bir sessizlik oldu. Masadaki hava gerilmedi, ama ölçüldüğünü hissediyordu. Buraya gelen herkesin bir sebebi vardı ve Aggy, Adrian’ın sebebini anlamaya çalışıyordu.
“Vice’da yenisin,” dedi Aggy. “Ne arıyorsun?”
Adrian, buraya geliş sebebini uzun uzun anlatmadı. Belli belirsiz bir gülümsemeyle omuz silkti. “Bakıyorum, doğru yerde olup olmadığımı anlamaya çalışıyorum.”
Aggy başını hafifçe salladı. “Yanlış bir yere gelmiş olsaydın, bunu şimdiye kadar fark ederdin.”
Bu cümle, hem bir uyarı hem de bir kabulleniş gibiydi. Adrian’ın cesareti ve tavrı hoşuna gitmişti. Bu dünyada, kendi yolunu kendi çizenler her zaman daha değerliydi. O gece fazla konuşulmadı, ama gerekenler söylendi. Adrian, C.L.A.W’ın kapısından içeri adımını resmen atmıştı.

Adrian, C.L.A.W içindeki yerini sağlamlaştırırken, hayatına beklenmedik biri girdi—Cha Hae. Koreli genç kız, Vice’da kendi işini kurmaya çalışan zeki ve hırslı biriydi. Tanışmaları tesadüf gibiydi, ama aralarındaki bağ hızla güçlendi. Cha Hae, Adrian’a huzur veren nadir insanlardan biri olmuştu.
Beraber geçirdikleri zamanlar, Adrian’ın kirli dünyasından uzak hissettiği anlar haline gelmişti. Ancak, ona gerçeği anlatamazdı. C.L.A.W’ın bir parçası olmak, dışarıdaki dünyadan her zaman bir şeyler saklamak demekti. Cha Hae’ye karşı dürüst olmak istese de, ona söylediği her şeyin eksik olduğunu biliyordu. Geç saatlerde yaptığı telefonlar, aniden kaybolup geri dönmeleri, asla detayına girmediği “iş seyahatleri” zamanla Cha Hae’nin dikkatini çekmeye başladı.
Ama Adrian, bu ilişkiyi korumakta kararlıydı. Onunla birlikteyken, geçmişinden ve içinde bulunduğu dünyadan biraz olsun sıyrılabiliyordu. Yine de, bir şey açıktı—Cha Hae onun kim olduğunu bilmiyordu. Ve bu gerçeğin bir gün ortaya çıkıp çıkmayacağı, sadece zaman meselesiydi.
