Konu: Alexander Harrowgate  (Okunma sayısı 42 defa)

#0 - 27.08.2025 15:59
Kısım I: Temellerin Yıkılışı
Bölüm I — DUVARLAR ARASINDAKİ ÇIĞLIK VE İLK LANET
O gece, Chicago’nun Bricktown bölgesi, kirli bir buharla kaplıydı. Yağmur, asfalttan yükselen buharla birleşiyor, şehir titreyen neon tabelalar ve uzaktan gelen polis sirenleriyle uyanıktı. Ama benim içimdeki çocuk, o gece sonsuza kadar sustu. Hayatım, babamın gölgesi ve annemin fısıltıları arasında, kan ve betonla kaplı sokaklarda başlamıştı.

Annem, Catherine, İspanyol kökenliydi ve bir zamanlar İngiltere Kraliyet Hemşirelik Servisi’nin en parlak hemşirelerinden biriydi. Babam William Harrowgate ile bir görev sırasında tanışmıştı; William, bir SAS operasyonunda ağır yaralanmış ve onu tedavi etme görevi Catherine'e verilmişti. Aşkları, hastane yatağında, ölüm ve yaşamın kıyısında filizlenmişti. William’ın teklifiyle mesleğinden ve ailesinden vazgeçip onunla ABD’ye gelmişti. Ancak Catherine, kocasının gölgelerle dolu hayatının kendi ruhunu adım adım tükettiğini kısa sürede anlamıştı. William, Harrowgate soyadının taşıyıcısıydı; bu soyadı, soylu ve çatışmayla anılan bir mirası temsil ediyordu. Kendi içindeki şeytanlarla boğuşan bir adamdı ve bu şeytanlar, Benim ruhuma da sızacaktı...

Benim doğumum, nadir görülen bir elektrik kesintisi sırasında gerçekleşti. Beni ilk kucağına alan doktor, gözlerimdeki derinlikten ürpererek "Sanki içeride kadim bir orman yanıyor," dedi. O gözler, bir gölgenin doğduğunun kehanetiydi.

Bölüm II — AV MEVSİMİ VE İLK VURUŞUN SOĞUKLUĞU
“Bazı babalar oğullarına balık tutmayı öğretir. Benim babam ise avlamayı öğretti.”

Çocukluğum bir eğitim kampı gibiydi. Babam, gün ağarmadan başlayan antrenmanlarla sadece bedenimi değil, ruhumu da yoğuruyordu. Beş yaşında, kemiklerim henüz tam gelişmemişken jiu-jitsu öğrenmeye başladım. Aldığım darbeler sadece morluklar bırakmakla kalmıyor, ruhumda da derin izler açıyordu. Babam öğretirken asla sesini yükseltmezdi, ama tek kelimesi bile kurşun gibi işlerdi. Bir gün zihnime kazınan bir fısıltı duydum: "Zayıflık ölümdür. Acıdan korkan, yok olmaya mahkumdur."

Sekiz yaşımı doldurduğumda babam beni ilk kez ava çıkardı. Chicago’nun gürültüsünden uzak, ormanın derinliklerine doğru yürüdük. Babam, elindeki Colt 1911 model Altın kanat işlemeli Altın Kanatı bana uzattı. Küçük silah avuçlarımın içinde buz gibi duruyordu. Nihayet, babam işaret parmağını dudaklarına götürdü ve bir ağacın dalında tünemiş, tüylerini kabartmış, küçük bir kuşu gösterdi.

“Unutma, oğlum,” diye fısıldadı, sesi rüzgarla birlikte bir komut gibi kulağıma ulaştı, “Önemli olan tetiği çekmek değildir. Önemli olan, tetiği çekmeden önce parmağını neden tetiğe koyduğunu bilmektir.”

Tabancayı kuşa doğrulttuğumda, o boncuk gibi parlak gözlerin bana baktığını gördüm. İçimde bir şey bu eyleme karşı direniyordu. Elindeki silah titredi. Küçük Alexander’ın sesi içimden ağlıyordu, "Yapma... o da benim gibi küçük..." Babamın sesi bu hıçkırığın üstüne, zihnimde yankılandı: "Tereddüt etme! Ya o, ya sen. Hayatta sadece bu kural vardır."

Tetiği çektim. Ses, ormanın sessizliğini bir anda parçaladı. Kuş, kanatlarından birini tutarak yere düştü. İçim cız etti. Babam yanıma geldi, yerde can çekişen kuşu gösterdi. “Bak, oğlum. Bir canlıyı öldürmenin ne demek olduğunu görüyorsun. Yaşam, senin avlanma becerine bağlı. Ve yaşamın değerini bilmek istiyorsan, ne kadar kolay son bulduğunu anlamalısın.”

Babamın sözleri zihnime bir yara izi gibi kazındı. Bu olay, o masum çocuğun ruhuna kazınan ilk cinayet anıydı o gece odamda 2 saat ağladım. Bu anın ardından sadece iki gün sonra, babasının kendi canının nasıl kolayca son bulduğuna şahit olacaktım.

Bölüm III — O GECEYİ HATIRLIYORUM, KAN GİBİ
Babam, o acımasız av dersinden sadece iki gün sonra, 03:47’de duyulan üç silah sesiyle yere yığılmıştı. Bu, sıradan bir cinayet değildi; babasının, bir zamanlar görevde olduğu "Operation Stiletto" operasyonunda yakaladığı bir uyuşturucu kartelinin lideri olan Joaquin "El Diablo" Torres'in intikamıydı. Babam son nefesiyle bana fısıldadı: "Duygularını öldür oğlum… yoksa onlar seni öldürür.” Annem, dizlerinin üstünde hıçkırıklar içinde onun elini tutuyordu. O an, içimdeki çocuk öldü. Yerine, var olmak için nefes alan, gölgelerden oluşmuş biri doğdu. Babamın ölümü, ruhuma atılmış bir zehirli tohumdu.

Cenazede, bembeyaz elbise içinde, gözlerinde hüzün taşıyan küçük bir kız gördüm: Elara. Gözlerimiz buluştuğunda, içimde tuhaf bir sızı hissettim. O an, babamın "duygularını öldür" emrine karşı gelen bir isyandı bu. Hayatımda ilk kez birinin hüznünü bu kadar yakından hissediyordum. Yıllar sonra bu sızı, kanlı bir aşk hikayesinin temellerini atacaktı.

Bölüm IV — KÖŞEYE SIKIŞMIŞ BİR ÇOCUKLUĞUN ÇIĞLIĞI
Babamın ölümünden sonraki yıllar, benim için derin bir yalnızlık ve içsel bir savaşla geçti. O ev, artık bir yuva değil, sessiz bir anıt mezardı. Ancak asıl kabus, babamın ölümüyle bitmemişti. Aksine, yeni başlamıştı. Los Hijos del Diablo karteli, babamın geride bir şeyler bıraktığına inanıyor, sürekli evimizi  taciz ediyorlardı. Bazen kapıya tehdit mesajları bırakıyor, bazen arabamızın camını kırıyorlardı. Bir defasında, maskeli iki adam eve zorla girip babamın ofisini alt üst etmişti. Annem, babamın mesleğinin bu kadar yakınlarına kadar gelebilmesine dayanamıyordu.

Bu bitmek bilmeyen baskı, annemi yavaşça tüketiyordu. Geceleri uyuyamıyor, her tıkırtıda pencereden dışarı bakıyordu. O da tıpkı benim gibi, bir kuşu avlarken can çekişiyordu. Alkol, onun için bu bitmek bilmeyen korkudan kaçmanın tek yoluydu. Her içki şişesiyle biraz daha bulanıklaşan, dokunulamaz bir hayalete dönüşüyordu.
Annem beni psikolojim için bir doktora getirmişti. Yapılan testlerde dissosiyatif kimlik bozukluğuna sahip olduğum kayıtlara geçti.
Bir sabah, annemi mutfakta ağlarken buldum. Yere düşmüş kahve fincanını toplayamıyordu, elleri titriyordu, gözleri boşluktaydı. Yanına gittim, sarılmak istedim. Onu teselli etmek, acısını dindirmek istedim. Ama kadının söylediği şey, ruhuma işleyen bir zehir gibiydi: “Sen baban gibi oldun. Ama baban savaşta delirmişti. Sen çocukken delirdin. Ve bu delilik, beni de yutacak. Babanı senin gibi bir canavarla büyütemediğim için affet beni.”

O söz zihnime kazındı: “Sen çocukken delirdin.” O an, Küçük Alexander'ın sesi, boğuk bir hıçkırık gibi yükseldi: "Neden bana inanmadın? Neden ağlamama izin vermedin?" Aynı anda, bir fısıltı da annemin acısını yansıttı: "Beni affet oğlum… Ben de kayboldum." Bu an, anneme karşı duyduğum son sevgiyi de öldürdü, yerini derin bir kırgınlığa ve uzaklığa bıraktı. Annem, bu sözlerden kısa bir süre sonra alkol komasına girerek hastanelik oldu. Onu ziyaret etmedim. Benim için o artık sadece bir hatırlatıcıydı.

Kısım II: Bir Gölgenin Yükselişi
Bölüm V — HAYALET OLMAK
Babamın ölümünden sonraki o ilk iki yıl, bir mezar sessizliğinde geçmişti. Annem, alkolün dipsiz kuyusuna her daldığında, ev biraz daha fazla anılarını kaybediyor, bir hayaletli eve dönüşüyordu. Onu hastaneye yatırdıktan sonra, babamdan kalan o evde tek başıma kalmıştım. Henüz on yaşındaydım ama çocukluğum çoktan yüz yıl öncesinde kalmış gibiydi.

Okulda da bir hayalettim. Sınıf arkadaşlarım futbolu, bilgisayar oyunlarını ve kızları konuşurken, ben babamın el yazması not defterlerinin sayfalarını zihnimde çeviriyordum. O notlar, sadece bir dövüş sanatları kılavuzu değil, aynı zamanda babamın yaşadığı dünyanın bir haritasıydı. Her sayfa, bir felsefe dersiydi. "Bir avcı, avının nefesini duyacak kadar yakın olmalı, ama gölgesini bile göremeyecek kadar görünmez olmalıdır." Bu sözler, benim için birer yasa haline gelmişti.

Bir gün, okul bahçesinde zorbalar etrafımı sardı. Bir tanesi, babamın "hapisteki katili" olduğunu bağırdı. Bana küfürler savuruyor, üzerime tükürüyorlardı. İçimdeki Küçük Alexander ağlıyordu. Onlarla dövüşmek istemiyordum, sadece yalnız kalmak istiyordum. Ancak, babamın sesi zihnimde yankılandı: "Zayıflık ölümdür. Acıdan korkan, yok olmaya mahkumdur." O an, Karabasan ilk kez kontrolü ele geçirdi. Gözlerimdeki o son çocukça ışıltı sönerek, yerini soğuk, hesapçı bir öfkeye bıraktı. Babamdan öğrendiğim tekniklerle, birer birer hepsini etkisiz hale getirdim. Birinin kolunu kırdım, diğerinin burnunu patlattım. Geriye kalanlar korkuyla geri çekilirken, ben kanlı ellerime bakıyordum. Bu, bir zafer değildi. Bu, bir teslimiyetti. O an, bir daha asla bir çocuğun yapacağı gibi hareket etmemeye yemin ettim.

Aynı dönemde, okulda koridorda yürürken, uzaktan onu gördüm. Elara'yı. Gözleri, ilk gördüğüm günden beri aynı hüznü taşıyordu. O, okulun en popüler kızlarından biriydi ama sanki onun da bir sırrı vardı. Sanki onun da bir gölgesi vardı. Zorbalar onu görmezden geliyordu ama ben onu fark ediyordum. Sadece birkaç saniye göz göze geldik. O, belki de bana acıdı. O an, zihnime babamın sesi tekrar fısıldadı: "Duygularını öldür. Yakınlık, zaaflık yaratır." Ona dönüp arkamı döndüm ve bir daha bakmadım. Ama aklımdan hiç çıkmadı.

Bölüm VI — YALNIZLIĞIN ANATOMİSİ
Annemi hastanede ilk kez yalnız ziyaret ettim. Ziyaretçi saati çoktan geçmişti ama kapının önündeki hemşire, gözlerimdeki soğukluğu görünce beni içeri almayı kabul etti. Odaya girdiğimde, annem bir yatakta cansız bir bebek gibi yatıyordu. Gözleri boşluğa bakıyor, mırıldanıyordu. Yanına oturdum ve elini tuttum. Elleri buz gibiydi.

Küçük Alexander fısıldadı, "Anne, ben geldim. Beni affet..."

Annem birden irkildi ve bana döndü. Gözleri bana bakıyordu ama sanki beni görmüyordu. "William... William..." diye mırıldandı, "Seni buldular William... Neden bana inanmadın... Neden bu kadar güvensizdin?"

Gözleri yüzümde gezindi. Yüzüm, babamın yüzüne çok benziyordu. Annem birden bağırmaya başladı: "Git buradan! Sen o adamsın! Sen şeytansın! Bizi öldüreceksin! Baban gibi..."

Hemşire odaya koşup beni dışarı çıkardı. Annemin çığlıkları koridorda yankılanırken, ben kapının önünde duruyordum. Babamın son sözleri, annemin çığlıkları, ve benim içimde biriken tüm acılar birleşip, bende bir çelik zırh oluşturuyordu. O an anladım ki, duygular bir zayıflıktı. Ve ben bir daha asla zayıf olmayacaktım.

Bu olaydan sonra, annemin hastane masraflarını ödedim ve onu bir daha ziyaret etmedim. Benim için o, zaten çoktan kaybolmuştu.

Bölüm VII — İNTİKAMIN KARMASI
Gençliğim, babamın notlarını ve intikam arayışını birleştirerek geçti. Okuldan uzaklaştırıldıktan sonra, kütüphanelerde saatlerimi harcadım. Babamın geride bıraktığı operasyonel raporlar, benim için birer cinayet dosyasıydı. Aylar süren araştırmalar sonucunda, babamı öldüren kartelin, Los Hijos del Diablo'nun, Chicago'daki uyuşturucu rotalarını ve insan kaçakçılığı ağlarını kurduğunu öğrendim. Bu ağın başı, babamın yakaladığı **"El Diablo"**nun, Joaquin Torres'in küçük kardeşiydi. Bu adam, babamın ölümünün ardından kartelin başına geçmiş ve intikamı benden alacağını söylemişti.

İntikam duygusu içimi yakıyordu, ama Karabasan beni dizginliyordu. "Duygularla hareket etme. Hesapla. Planla. Onların seni avladığını sanmasına izin ver, ama gerçekte sen onları avla."

Lise son sınıfa geldiğimde, gelecek planım herkesin sandığından çok farklıydı. Chicago Üniversitesi’ne psikoloji okumak için başvurdum. Bu bir kariyer seçimi değildi. Bu, Karabasan'ın bir stratejisiydi. Amacım, suçluların ve insanların zihnini anlamaktı. Neden bir canavarın bu kadar kolayca bir insanı öldürdüğünü, neden yozlaşmanın bu kadar kolay yayıldığını anlamak istiyordum. Belkide bir yandan içimde ki o karabasanı öldürüp küçük Alexander'ı geri getirmek istiyordum.. Babamın dediği gibi: "Düşmanını tanımadan onu yenemezsin." En önemlisi, kendi içimdeki canavarı anlamak istiyordum.

Böylece, intikam yolculuğumun ilk adımı olarak, kendimi anlamak için bir yola çıktım. Bu yol, beni hayatımın en önemli ve en trajik ilişkisine götürecekti. Beni bir canavarın yüzünü gösterecek, ama aynı zamanda bir insanın kalbinin ne kadar kırılgan olduğunu da hatırlatacaktı.

Kısım III: Işık ve Kayıp
Bölüm VIII — KİTAPLARDAN TAŞAN IŞIK
Chicago Üniversitesi’nin kampüsü, benim için bir savaş meydanı değil, bir sığınaktı. Orada, kütüphanenin sessiz koridorlarında, kendi zihnimdeki canavarlardan kaçabileceğim bir dünya bulacağımı umuyordum. Amacım, Karabasan'ın fısıldadığı gibi, insanların ve suçluların zihnine inmek, kendi içimdeki karanlığı daha iyi anlamaktı. Oysa kaderimin bambaşka bir planı vardı.

Psikoloji dersleri sırasında, kütüphanenin loş ışığında, onu tekrar gördüm: Elara. Cenazeden beri ilk kez bu kadar yakındaydık. Gözlerindeki hüzün, benimkine ayna tutuyordu. O, okulun en popüler öğrencilerinden biriydi; gülüşü, kahkahası koridorları aydınlatırdı. Ama ben onun da, tıpkı benim gibi, gözlerinin ardında bir fırtına taşıdığını hissediyordum.

İlk konuşmamız, bir mitoloji kitabı üzerine oldu. Parmaklarım, onun okuduğu sayfanın kenarına dokundu. “Odysseus’un yolculuğu, babasının ölümünden sonra bir boşluğu doldurma çabasıdır,” diye fısıldadım. Elara başını kaldırdı. Gözlerinde ne korku ne de acıma vardı; sadece anlama çabası vardı. “Ama onun da kendi lanetleri vardı,” dedi, sesi sıcaktı. “Kendi içindeki canavarlarla savaştı.” Bu kısa diyalog, aramıza görünmez bir köprü kurdu. İlk kez, biri beni anlamaya çalışıyordu.

Elara’nın yanında, içimdeki buzdan zırh yavaş  yavaş erimeye başladı. Beni kafeteryaya davet ettiğinde gitmedim ama o pes etmedi. Kütüphanede yanıma oturur, ders çalışırken bana kahve getirirdi. Bana en sevdiği şiirleri okur, çocukluğundaki hayallerini anlatırdı. Onunla her geçen dakika, Küçük Alexander'ın o hıçkırıklarla dolu sesi daha da güçleniyor, yaşama dair bir umut fısıldıyordu. Babamın "Duygularını öldür" emri, Elara'nın varlığıyla anlamsızlaşıyordu. Onun yanında bir canavar değil, sadece bir insandım. Karabasan ise her an tetikteydi. "Bu bir zaaflık, Alexander. O seni zayıflatıyor. Onu senden alacaklar."

Bölüm IX — KALBİN İÇ SAVAŞI
Aşkımız, Chicago’nun soğuk kışında filizlenen nadir bir çiçeğe benziyordu. Elara, bana dokunmaktan, elimi tutmaktan çekinmiyordu. Onu ilk öptüğümde, içimdeki Küçük Alexander’ın mutlulukla haykırdığını hissettim. O an, bir daha asla bu duyguyu kaybetmek istemediğimi anladım. Onu korumak için her şeyi yapardım. Ancak bu isteğim, aynı zamanda en büyük korkumdu.

Bir gün, elimi tuttu ve elimdeki dövüş   antrenmanlarından kalan eski bir yara izine dokundu. “Bu neyin izi?” diye sordu. Yalan söyleyemedim. "Bu... Hayatın izi," diye fısıldadım. O an, bir ayna gibi, kendi vahşiliğimi onun gözlerinde gördüm. İçimdeki canavarın bir gün onlara zarar vereceğinden, onu kaybetmekten korktum. Karabasan fısıldadı: "Onu kendinden uzaklaştır. Tehlike sensin. Senin varlığın, onu tehlikeye atıyor. Onu korumanın tek yolu, onu senden uzak tutmak."

Her geçen gün, onunla geçirdiğim her normal an, içimdeki korkuyu büyütüyordu. Elara ile bir filmi izlerken bile, aklım cinayet raporlarında, gölgelerden gelen fısıltılardaydı. O bana gülümsedikçe, ben içimde bir canavar beslediğimi hissediyordum. Ve bu canavarın bir gün onu yutacağından korkuyordum. Bir gece, Elara’nın evinin önünde onu öperken, aklıma babamın o kanlı yüzü geldi. Korkuyla geri çekildim. "Ne oldu?" diye sordu Elara. "Bir şey yok," diye yalan söyledim. Ama o an, kendi kendime, bu aşkın sonunun geldiğini biliyordum.

Bölüm X — O KADIN ARTIK ÖLDÜ
O gece, zihnimde bir fırtına koptu. Küçük Alexander, "Ona sarıl, ona güven. O seni kurtaracak" diye bağırırken, Karabasan acımasızca fısıldıyordu: "Onu kendinden uzaklaştır. Ona vereceğin tek şey acı. Onun hayatı senin gölgene hapsolamaz." İki ses arasındaki savaş o kadar şiddetliydi ki, tüm gece uyuyamadım. Aşkım, ona zarar verebilecek en büyük silahtı.

Ertesi gün, Elara'ya soğuk davranmaya başladım. Telefonlarını açmadım, mesajlarına cevap vermedim. Kendimi ondan uzak tutmaya çalıştım ama o pes etmedi. Bir hafta sonra, evimin kapısında duruyordu. Gözleri kan çanağına dönmüştü.

"Alexander, ne oluyor? Seni tanıyamıyorum," diye fısıldadı.

Biliyorum, diye düşündüm. O tanıdığın "ben" artık yok.

Ona yaklaştım, soğuk bir sesle, “Anlamıyor musun? Seninle sadece zaman geçirdim Elara,” dedim. “Seni asla sevmedim. Sen de tıpkı diğerleri gibisin. Zayıfsın ve ben zayıflara katlanamam.”

Elara’nın gözleri doldu. Ağlamaya başladı. "Sana inanmıyorum... Gözlerin yalan söylüyor..."

Babama benziyordum. Onun gibi duygusuz, robotik bir ifade takınmıştım. Elara’nın gözlerine baktım ve yalan söyledim. “Gözlerim canavarın gözleri. Git buradan.”

Arkamı döndüm ve kapıyı yüzüne kapattım. Dışarıdaki soğuk, içimdeki boşluktan daha sıcaktı. Kalbimde o sızı vardı ama artık bu sızı, acı değil, bir görevdi. Aşkımı öldürerek, hayatını kurtarmıştım. Elara'yı kurtarmıştım ama küçük Alexander.. Alexander o gittikten sonra durmaksızın ağladı, sadece ağladı.. Babamın öğrettiği gibi: Önemli olan, tetiği neden çektiğini bilmekti. Ve ben, şimdi biliyordum.

Kısım IV: Karanlığın Doğuşu
Bölüm XI — YOLDA KALAN GÖLGE VE GEÇMİŞİN ÇAĞRISI
Elara’dan ayrıldığım o günden beri, Chicago’nun sokakları benim için daha da boştu. Üniversiteyi bırakmış, babamdan kalan mirasla küçük bir apartman dairesine taşınmıştım. Günlerim, babamın notlarını ezberleyerek, kendimi fiziksel ve zihinsel olarak daha da zorlayarak geçiyordu. İntikam arzusu, içimde kor gibi yanıyordu. Karabasan'ın fısıltıları artık daha net, daha buyurgandı. "Zayıflığı yok et. Onu bul. Onları yok et."

Bir akşam, şiddetli bir yağmur başlamıştı. Telefonum çaldı. Ekranda tanıdık bir numara belirdiğinde kalbim, uzun zamandır atmadığı bir ritimle çarpmaya başladı. Arayan, Elara'ydı. İki ay önce onu kendimden uzaklaştırdığım o günden beri ilk kez arıyordu.

Telefonu açtığımda, karşıdan gelen ses titrek ve korku doluydu. "Alexander... Çok korkuyorum. Arabam bozuldu ve... Şehrin dışında bir yerdeyim. Burası çok korkutucu. Senin bahsettiği o adamlar... Onlar..."

Sesi boğuldu. Elara'nın sesi, içimdeki Küçük Alexander'ı uyandırmıştı. "Onu kurtar! Onu koru!" diye haykırıyordu. Ama Karabasan, onun sesini bastırdı: "Bu bir tuzak olabilir. Dikkatli ol. Senin zaafın sensin. Onun zaafı da sensin."

Elara'nın konumunu aldım. Sesi, bir mırıltıya dönüştü: "Sadece sana güveniyorum, Alexander. Lütfen gel."

Sözleri, içimdeki tüm çelişkileri bir kenara bıraktı. Onu korumak için kendimden uzaklaştırmıştım ama şimdi, bu tehlikeli dünyada bana sesleniyordu. Bu bir kader ironisiydi. Derin bir nefes aldım ve Altın Kanat işlemeli 1911 tabancayı belimdeki kılıfına yerleştirdim. Ardından, arabanın bagajına, önceden hazırladığım bir sırt çantasının içine bir kürek ve birkaç plastik torba koydum. Bu tabanca, sadece bir silah değil, aynı zamanda ailemin kanlı mirasının bir sembolüydü. En son altın kelebeği 8 yaşında o kuşu vurmak için kullanmıştım. Ama artık gün gelmişti, babamın mirasını  taşıyan bir görev için ilk kez kullanacaktım.

Elara’nın verdiği adrese vardığımda, arabanın içinde korkmuş bir kadın gördüm. Kadın, bana doğru döndüğünde, içimdeki buzdan zırh bir anlığına çatladı. Bu oydu. Elara. Beni görünce gözleri şaşkınlık ve biraz da umutla parladı. "Alexander? Geldiğine inanamıyorum..."

"Geleceğimi biliyordun," dedim, sesim soğuktu. "Bir daha bana güvenme Elara."

Tam o sırada, karanlığın içinden üç gölge belirdi. Yüzleri kar maskeleriyle kaplıydı ama üzerlerindeki kartel amblemi tanıdıktı: Los Hijos del Diablo. Babamın katillerinin adamlarıydı. Kalbimdeki intikam ateşi, bir anda tüm benliğimi sardı. Karabasan kükredi: "İşte o an geldi!"

Elara'yı arkama ittim, onu korumak için doğal bir refleksti bu. "Git buradan Elara! Hemen kaç!" diye bağırdım. Ama o, korkudan hareket edemiyordu. Kartel adamlarından biri, elinde bir bıçakla üzerime doğru geldi. "Demek William Harrowgate'in küçük piçi. Babana benzemiyorsun, o bizden daha zayıftı."

Bu sözler, içimdeki son insan kırıntısını da paramparça etti. Gözlerim kararırken, elim kendiliğinden belimdeki kılıfına gitti.

Bölüm XII — ALTIN KANADIN LANETİ VE VAHŞETİN RESMİ
Tabancayı çektiğim an, yağmur damlaları sanki havada dondu. Zaman yavaşladı. Gözlerimdeki o son insani parıltı söndü ve yerini buz gibi, hesapçı bir bakışa bıraktı. Küçük Alexander son kez fısıldadı: "Yapma..." Ama Karabasan'ın sesi, artık tüm zihnime hükmediyordu: "Onları yok et. Babamızın intikamını al! Gücünü göster."

Kartel lideri olduğunu düşündüğüm adam, diğer iki çete üyesiyle birlikte üzerime doğru geliyordu. Onun gözlerine baktım, içindeki korkuyu gördüm. Bu, babamın katilinin küçük kardeşiydi. O anda, babamın fısıltısı kulağımda yankılandı: "Duygularını öldür oğlum… yoksa onlar seni öldürür."

Altın Kanat'ı kartel liderinin göğsüne doğrulttum. İlk kurşun patladığında, Elara'nın çığlığı yağmurun sesini bile bastırdı.

"W-İ-L..."

Kurşun, göğsüne isabet etti. Adam sendeleyerek geri çekildi. İkinci kurşunu sıktığımda, Alexander'ın içindeki her şey, bir nehrin yatağını bulması gibi, amacına ulaşıyordu.

"L-İ-A-M..."

Adam dizlerinin üzerine çöktü, gözleri dehşetle doluydu. Kalan son nefesiyle bana bakarken, üçüncü kurşun patladı. Babamın isminin son hecesi, onunla birlikte son buldu.

"H-A-R-R-O-W-G-A-T-E!"

Alexander’ın gözleri, kanla boyanmış bir ressamın fırçası gibi parlıyordu. Yere yığılan liderin bedeni cansızdı. Diğer iki çete üyesi şaşkınlıkla bana bakarken, bir saniye bile tereddüt etmedim. Hızlıca Altın Kanat'ı onlara çevirdim. İki hızlı atış, iki çete üyesinin kafasına isabet etti. Onlar da yere yığıldılar. Yağmur, kanla karışarak asfalta akıyordu.

Elara'nın hıçkırıkları kulağıma geliyordu. Bana bakıyordu. Gözlerinde saf bir dehşet, bir dehşet karışımı vahşet vardı. Yüzü bembeyazdı. Gördüğü şey, aşık olduğu adam değil, bir canavardı.

“Alexander...” diye fısıldadı, sesi titriyordu. “Ne yaptın sen?”

Ona bakmadım. Yüzümde, ifadesiz, soğuk bir maske vardı. Karabasan içimde zaferle kükrüyordu. "Güçlüsün. Korkusuzsun. Artık tamamsın."

Bölüm XIII — KANI BOYALI RİTÜEL VE YENİ BİR KİMLİK
Yağmurun altında, ölü bedenlere baktım. Elara'nın şaşkın bakışları altında, babamdan öğrendiğim her şeyi uyguladım. Önce Altın Kanat'ı dikkatlice temizledim. Her bir mermi kovanını teker teker topladım. Sonra, üzerimdeki kanlı kıyafetleri çıkardım. Arabamın bagajındaki küreği ve plastik torbaları alarak, işe koyuldum. Önce mermi kovanlarını bir torbaya koydum, ardından kanlı kıyafetlerimi başka bir torbaya.

Olay yerinin temizliği, adeta bir sanat eseri gibiydi. Ne bir kan izi ne de bir parmak izi bırakıyordum. Babamın bana öğrettiği her kural, bu an için işlenmiş gibiydi. Hiç kimse buraya baksa, bir cinayetin işlendiğine dair en ufak bir ipucu bulamayacaktı.

Sırt çantamdaki kürekle, iki çete üyesinin cesetlerini yol kenarındaki ormanlık alana sürükledim. Onları derin bir çukura gömdüm, üzerlerini toprak ve yapraklarla kapladım. Asla bulunamayacaklardı.

Ancak, kartel liderinin cesedine farklı davrandım. Onu arabadan biraz daha uzağa, daha kuytu bir yere sürükledim. Bir bıçak çıkardım. Babamın en nefret ettiği düşmanın kanı, intikam ritüelimin başlangıcı olacaktı. Liderin cesedinin derisini yüzdüm. Yüksek sesle, kahkahalarla gülmeye başladım. Orman adeta benim kahkahalarımla yankılanıyordu. Bu, sadece bir cinayet değil, bir mesajdı. İşini bitirdikten sonra, arabadan bir benzin bidonu çıkardım. Cesedin üzerine döktüm ve bir çakmak çakarak ateşe verdim. Alevler yükselirken, Alexander'ın yüzü yanıp sönen ışıklarla aydınlanıyordu. Bedenin her bir zerresinin yok oluşunu izlerken, içindeki tüm nefreti ve acıyı da o ateşe attı. Küller, babamın ismine adanmış, sessiz bir anıt gibi gökyüzüne karışıyordu.

Elara, arabasında, şoka girmiş bir halde beni izliyordu. Ne düşündüğünü umursamadım. Onun gözlerinde gördüğüm korku, benim için bir onur nişanıydı. Sonunda, babamın bana öğrettiği gibi, duygularımı tamamen öldürmüştüm.

İşim bittiğinde, kanlı  ellerimi yağmurda yıkadım. Yüzüme döndüm, Elara'nın arabanın içinde benden kaçınmaya çalıştığını gördüm. Ona yaklaştım. Camı tıklattım. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Bana, bir canavara bakar gibi bakıyordu.

Ona tek bir kelime bile etmeden, kendi arabamın kapısını açtım ve içeri girdim. Elara'nın arabası, korkuyla oradan uzaklaşırken, ben yola çıkmaya hazırdım. Onun gidişini izlerken, içimde bir boşluk hissettim. Ama bu boşluk, artık acı vermiyordu. Sadece güç veriyordu.

Alexander  Harrowgate, o gece öldü. Yerine, intikamın ve karanlığın yeni bir yüzü doğdu. Bir sonraki adımı, Vice City'nin gölgelerine karışmak olacaktı.


Kısım V: Silahın Bileylenmesi
Bölüm XIV — POSTADAKİ GÖLGE VE YENİ BİR BAŞLANGIÇ
Chicago'daki cinayet gecesinden sonra, sanki var olmaktan çıkmıştım. Ne bir his, ne bir pişmanlık vardı içimde. Sadece, tamamlama dürtüsüyle dolu bir boşluk. Elara’nın dehşet dolu yüzü, aklımdaki son insani görüntüydü ve onu bilinçli olarak silmeye çalışıyordum. Cinayetten sonra evimi sattım, tüm kanıtları ortadan kaldırdım. Varlığım, bir hayalet gibi şehirdeki gölgelerde eriyordu. İntikam arayışım, babamın katillerini arayan bir saplantıya dönüşmüştü.

Bir sabah, kapımın altından atılmış, eski, el yapımı bir zarf buldum. Üzerinde sadece adım yazılıydı. Tanıdık bir el yazısı değildi. Zarfı açtığımda, babamın eski operasyonel kodlarından biriyle şifrelenmiş, iki satırlık bir mesaj vardı:

"Borcumu ödeme zamanı. Beni bul. William'ın en iyi dostu."

Mesajın altında, İngiltere’nin güneybatısında, Dorset’teki küçük bir kasabanın adresi yazılıydı. Babamın bahsettiği bir isimdi bu: Benjamin Clifford. Babamın en yakın arkadaşıydı. SAS’ta görev yaptıkları dönemde, babam iki kez Benjamin’in hayatını kurtarmıştı. Bu, babamın en değerli anılarındandı. Babam, ölümü halinde bile, beni korumayı ve beni bu yolda yalnız bırakmamayı planlamıştı.

Hemen harekete geçtim. Chicago’da, tüm bağlarımı koparmıştım. Geriye dönecek bir evim ya da bir arkadaşım yoktu. Gemiyle İngiltere’ye doğru yola çıktım. Okyanusun ortasındaki gemide, dalgaların sesi, içimdeki boşluğu dolduruyordu.

Bölüm XV — GÖLGEDEKİ BİLGE VE YENİ BİR DÜNYA
Dorset’in yeşil, sisli toprakları beni karşıladığında, babamın dünyasından bambaşka bir yerdeydim. Adrese ulaştığımda, beni eski, taş bir çiftlik evi karşıladı. Kapıyı, yüzü yaşın ve savaşın izleriyle dolu, gür sakallı, devasa bir adam açtı. Gözleri, babamın gözlerindeki aynı tanıdık soğukluğu taşıyordu. O, Benjamin Clifford’du.

"William’ın oğlusun," dedi, sesi bir fısıltı kadar derindi ama bir kaya kadar sağlamdı. Beni içeri davet etti. Evin duvarları, babamın ve onun gençlik fotoğraflarıyla doluydu. O an anladım ki, babamın mirası sadece intikamdan ibaret değildi; bir vefa borcu ve bir dostluk yadigârıydı.

İlk birkaç gün tek kelime etmedik. Sadece beni gözlemledi, adımlarımı, duruşumu, içimdeki o karanlık enerjiyi hissediyordu. Bir akşam, şöminenin önünde otururken, sessizliği o bozdu. “William bana senden bahsederdi,” dedi. “Seni intikam için yetiştiriyordu. Ama ben onu uyardım. İntikam, ruhu tüketir. William, intikamının seni yutmasından korkuyordu.”

“Ben zaten yutuldum,” dedim, sesim boşlukta yankılandı. “Artık sadece görev var.”

Benjamin başını salladı. “İntikamını alacaksın. Ama önce, bir avcı olmanın ne demek olduğunu öğreneceksin. Baban sana güç vermeyi öğretti. Ben sana o gücü kontrol etmeyi öğreteceğim.”

Bölüm XVI — KEMİKLERDEN KORKULMAYAN EĞİTİM
Benjamin'in eğitimi, babamınkine kıyasla daha acımasız ve daha felsefiydi. Babam beni bir canavara dönüştürmüştü; Benjamin ise o canavara bir disiplin kazandırıyordu.

Dövüş Sanatları: Her sabah, gün ağarmadan, soğuk ve nemli bir ahırda antrenman yapardık. Benjamin, bana sadece kaba kuvvetin değil, aynı zamanda rakibin zayıflıklarını kullanmanın ve en küçük bir hareketi bile bir silaha dönüştürmenin yollarını öğretti. “Bir düşmanı yenmek için her zaman daha güçlü olmana gerek yoktur,” dedi. “Sadece zeki olman ve onunla kendi silahlarıyla dövüşmemen gerekir. O yumruk atarsa, sen kılıç kullan.”

Silah Eğitimi: Elime geçen her silahı tanıdım. Babamın Altın Kanat'ından, keskin nişancı tüfeklerine kadar her şeyi kullandım. Benjamin, "Bir silah, kullananın ruhunun aynasıdır," derdi. "Bu silahlar senin bir uzantın olacak. Onların sesi, senin fısıltın olacak."

Psikolojik Savaş: En zorlu eğitim buydu. Benjamin, beni saatlerce karanlık bir odaya kapatır, aklımdaki Karabasan'la yüzleşmemi sağlardı. Bana, duygularımdan kaçmamamı, aksine onlara sahip çıkmamı ve onları kontrol etmemi öğretti. "Duygularından korkarsan, onlar seni kontrol eder," dedi. "Onları kontrol edersen, seni daha güçlü kılarlar." Bu sayede, içimdeki iki ses, Küçük Alexander'ın hüznü ve Karabasan'ın öfkesi, birleşmeye başladı. Artık tek bir Alexander vardı.

Taktiksel Zeka: Benjamin, bana sadece öldürmeyi değil, hayatta kalmayı da öğretti. İz sürme, hedef analizi, sızma teknikleri... Artık sadece bir dövüşçü değil, aynı zamanda bir stratejisttim. Benjamin, bana bir harita üzerinde, Vice City'deki kartelin son hareketlerini gösterdi. "Bu, babanın sana bıraktığı son görevin," dedi. "Onların sana gelmesini bekleme. Sen, onlara git. Ama onlara bir hayaletin geldiğini hissettir. Görünmez ol. Onlar seni ararken, sen onları yok et."

İki yıl sonra, ben, artık babamın intikamını alabilecek bir silahtım. Soğuk, hesapçı ve acımasız. Ama artık tek bir fark vardı: Ben, ne için savaştığımı biliyordum.

Kısım VI: Vice City
Bölüm XVII — BETON DUVARLARIN GÖLGESİNDE SICAK KARŞILAMA
Uçak tekerlekleri piste değdiğinde, Chicago'nun gri gökyüzü ve İngiltere'nin nemli havası çoktan zihnimden silinmişti. Vice City’nin boğucu sıcağı, nemli havası ve okyanus kokusu yüzüme vurdu. Uçağın kapısı açıldığında, bir fırın kapağı açılmış gibi sıcak bir hava dalgası beni karşıladı. Bu hava, sadece fiziksel bir sıcaklık değildi; şehrin ruhunun kendisiydi.

Şehir, bir film sahnesi gibiydi. Her köşe başında farklı bir müzik, farklı bir ses yankılanıyordu. Palmiye ağaçları, neon ışıklarının aydınlattığı caddelerde rüzgârda sallanıyor, her yer canlı ve parlak görünüyordu. Ama Benjamin'in bana öğrettiği gibi, bir yüzeyin altında yatan gerçeği görebiliyordum. Babamın anlattığı, benim yaşadığım ve intikam için dönüştüğüm dünya tam olarak buydu.

Şehir, devasa bir bataklığa benziyordu. Bataklık, karanlık ve kirliydi ama üzerindeki nilüferler o kadar güzeldi ki, herkes tehlikeyi görmezden geliyordu.

Bir taksiye bindim. Otelime gitmek yerine, şoförden beni şehrin merkezine, Market Caddesine bırakmasını istedim.

Bölüm XVIII — GÖLGE VE YENİ BİR KİMLİK
Market'in gökdelenleri, Chicago'nun binalarına benziyordu ama daha parlak, daha gösterişliydi. Caddelerde yürürken, her adımı bir hayaletin adımı gibi atıyordum. İnsanları izliyordum, yüzlerindeki kayıtsızlığı, günlük telaşı ve neşeyi okuyordum. Benim geçmişimle hiçbir ilgileri yoktu. Burası, kimsenin beni tanımadığı, kimsenin beni aramadığı bir yerdi.

Bir kafede oturdum. Kendime bir kahve söyledim ve sadece izledim. Bu şehir, benim için bir başlangıç noktasıydı. Benjamin'in bana verdiği dosyalar, bu şehrin geçmişimdeki hiçbir olaya karışmadığını gösteriyordu. Burası, benim için temiz bir sayfaydı. Benim tek bir amacım vardı: Bir hayalet olmak. Chicago'daki tüm bağlarımı koparmıştım, şimdi de yeni bir kimlik edinmeliydim.

Yalnız bir avcı olarak hayatta kalabilmek için, sıradan bir hayatın içine sızmam gerekiyordu. Sistemi içeriden tanımak, varlığımın izlerini silmek ve kendimi korumak için en iyi yoldu. Şimdi tek bir hedefim var, Vice City Polis Departmanı. - DEVAM EDECEK
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok
Tepki yok