Ne zaman o yazı hatırlasam, havada hâlâ aynı kurumuş toprak kokusu varmış gibi geliyor; tren raylarının kenarında, sabah güneşinin açılıp kapandığı, bir yanda sararmış otların diğer yanda paslı sinyal direklerinin uzandığı o sessiz sabah. Şehri geride bırakmıştım, cebimde yarısı dolu bir not defteri, sırt çantamda su şişesi, eski bir kazak ve kimseye anlatmadığım bir kararsızlık vardı; aslında nereye gideceğimi bilmiyordum, sadece gitmem gerektiğini biliyordum. Tren penceresinden dışarı bakarken, camın yüzeyinde kendi yansımamın silik bir hayalet gibi belirdiğini gördüm; o an düşündüm, belki de yolculuğa değil, kendime bakıyordum, sadece hareket eden bir fonda kim olduğumu anlamaya çalışıyordum. Karşımda oturan adam uyuyordu; ellerinde nasır, ayakkabılarında toz, başı yan tarafa düşmüştü. Her istasyonda başka bir yüz, başka bir hikâye biniyor, sonra sessizce iniyordu. Rayların sesi, kalp atışları gibi düzenliydi, sanki her metal çarpışmasında geçmişim biraz daha uzaklaşıyordu. Öğleye doğru tren bir süre durdu; istasyon tabelasında yalnızca “K.” harfi seçilebiliyordu, gerisini pas silmişti. Nedenini bilmeden indim. Güneş tam tepedeydi, toprakta çatlaklar, uzaklarda yalnız bir ağaç. İstasyondan çıkınca yol ikiye ayrılıyordu: biri kasabaya, diğeri dağlara doğru. Ben dağlara yürüdüm. Ayakkabılarım toz içinde kaldı, her adımda rüzgâr biraz daha keskinleşti. Bir süre sonra uzakta bir bina gördüm, ilk başta terk edilmiş bir fabrika sandım ama yaklaştıkça bunun eski bir lunapark olduğunu fark ettim. Dönme dolabın iskeleti paslanmış, atlıkarıncanın atları boyasız kalmış, ortalıkta ne çocuk ne de ses vardı. Kapısı kilitli değildi. İçeri girdim, yerde dağılmış pamuk şeker kâğıtları, kırık aynalar, solmuş bir bilet rulosu… O kadar sessizdi ki, nefesim yankı yapıyordu. Ortadaki bankta küçük bir radyo buldum; üzeri tozla kaplıydı ama birden, parmağım değdiğinde içinden zayıf bir cızırtı geldi, sonra bir melodi — eski bir tango. Radyonun pili hâlâ çalışıyor olamazdı ama o anda, sanki biri beni izliyormuş gibi bir ürperti geçti içimden. Müziğin ritmine karşı koyamadım, dönme dolabın önünde yavaşça hareket ettim, yağmurun ilk damlaları yüzüme düştü. Gökyüzü griye döndü, metal kokusu havaya karıştı. O an, garip bir huzur hissettim; sanki kimse yoktu, ama biri beni hatırlıyordu. Dans ederken ayakkabımın altındaki su birikintisinde yansıyan kendi yüzümün bana bakmadığını fark ettim — benden farklı, daha yorgun bir yüzdü. Donakaldım. Müzik kesildi, radyo sustu, ama yağmur hızlandı. O anda uzaktan, lunaparkın arkasındaki binadan bir ışık yanıp söndü. Sığınmak için oraya koştum; kapıyı açtığımda içeride, duvarlarda yüzlerce eski fotoğraf gördüm. Hepsi farklı zamanlarda çekilmiş gibi görünüyordu ama hepsinde aynı kişi vardı — ben. Farklı yaşlarda, farklı kıyafetlerle, farklı yerlerde ama hep ben. Dizlerimin bağı çözüldü. Nasıl olabilirdi? Yakından baktım, bazılarında arkamda aynı dönme dolap, bazılarında istasyonun tabelası; hepsi bu kasabaya aitti. Fotoğrafların altına kurşun kalemle tarihler yazılmıştı, ama hepsi gelecekti — 2026, 2028, 2034. Sanki biri beni yıllar sonrasından izliyordu. O sırada arkamdan bir ses geldi: “Erken geldin.” Döndüm, kapıda aynı yaşlı kadın vardı, trende fotoğrafa bakan. Elinde o aynı solmuş fotoğrafı tutuyordu. Yüzü ifadesizdi, gözleri gri. “Seni uyaracaktım,” dedi, “ama sen zaten hatırlamayacaksın.” Ne demek istediğini sormaya çalıştım ama ağzımdan ses çıkmadı; nefesim kesilmişti. Kadın yaklaştı, elini omzuma koydu; o anda gözüm karardı, bir uğultu duydum, her şey dağıldı. Gözlerimi açtığımda lunaparkta değildim artık, bir tren vagonunda, pencereden dışarıda aynı manzarayı izliyordum, aynı koltukta oturuyordum, karşımda yine o adam uyuyordu. Ama bu kez elimde tozlu bir fotoğraf vardı — dönme dolabın önünde dans eden birini gösteriyordu. Yüzü seçilemiyordu ama elindeki radyo bana ait gibiydi. Trenin içindeki uğultu bir süre sonra kendi kalp atışımla karıştı, rayların ritmiyle zamanın birbirine dolandığını hissettim; sanki ben trenin içinde değil de tren benden geçiyormuş gibi. Elimdeki fotoğrafı katlayıp cebime koydum, camda kendi yansımama baktım ama bu defa yansıma bana ait değildi, dudakları kıpırdıyordu, bir şey söylüyordu, fakat camın ardında kalmıştı sesi. Korkmadım, çünkü o an korkunun bile anlamını unuttum, sadece anlamaya çalıştım; neyin içinde olduğumu, bu tekrarın nereye varacağını. Tren bir tünele girdiğinde her şey zifiri karanlığa gömüldü, ışıklar söndü, yalnızca pencereden geçen aralıklı ışıklar yüzümü aydınlatıyordu, sonra tamamen durduk. Görevli yoktu, diğer yolcular hareketsizdi, nefes almıyor gibiydiler. Ayağa kalktım, kapıya yöneldim ama kapı kilitliydi. Vagonun sonunda küçük bir pencere vardı, oradan dışarı baktığımda gördüğüm manzara beni yerinden etti: rayların ötesinde, dağın yamacında, az önce terk ettiğim lunapark duruyordu ama dönme dolap hareket ediyordu — kendi kendine dönüyordu. Sanki beni çağırıyordu. Bir şekilde kapıyı zorlayıp dışarı çıktım, trenin motoru sönüktü, hava ağırdı. İstasyona kadar yürüdüm ama tabeladaki “K.” harfi bile kaybolmuştu, yerine sadece bir iz kalmıştı, pasla kazınmış bir boşluk. Lunaparka doğru yürüdüm, adımlarım yankılanıyordu, hava giderek kararıyordu. Yaklaştıkça o melodiyi tekrar duydum, aynı tango, aynı ritim, ama bu defa birinin söylediği sözler eşlik ediyordu müziğe, boğuk bir ses, yağmurun altında mırıldanan biri gibi: “Hatırla… hatırla…” Sesi tanıyordum ama nereden tanıdığımı bilmiyordum. Lunaparkın kapısından girdiğimde yerde ıslak ayak izleri gördüm, kendi izlerim gibi ama bir süre sonra yön değiştirmişti, ben lunaparka doğru yürürken onlar çıkışa gidiyordu. Banktaki radyo hâlâ oradaydı, çalışmıyordu. Duvarlardaki fotoğrafları aradım ama bina bomboştu, sanki hiç var olmamışlardı. Yalnızca bir masanın üzerinde yeni çekilmiş bir fotoğraf vardı: ben, o an, kapının önünde duruyordum, arkamda dönme dolap dönüyordu. Elimdeki fotoğrafla aynı sahneydi, ama bu defa renklisiydi. O anda bir yankı duydum, binanın içinden gelen ayak sesleri; döndüm ama kimse yoktu. “Sen daha önce de buradaydın,” dedi bir ses. Nereden geldiğini anlayamadım, belki kafamın içindendi. “Her gelişinde biraz daha unutuyorsun. Çünkü hatırlamak seni burada tutuyor.” Ne demekti bu? Neden burada kalmalıydım? Kapıya koştum ama dışarıda artık tren yoktu, raylar bile yoktu. Sanki dünya o noktada son buluyordu. Gökyüzü mor bir ton aldı, yağmur durdu, hava hareketsizdi. Etrafımdaki her şey bir fotoğrafın içindeymişim gibi sabitlenmişti. Sonra birden, uzakta bir ışık belirdi, lunaparkın arkasında, o ışığa doğru yürüdüm; adımlarım her geçtiğimde iz bırakıyor ama sonra izler siliniyordu. Işığın kaynağına vardığımda küçük bir kulübe gördüm, kapısında tahtaya kazınmış bir tarih vardı: “12 Kasım 2025.” O gün bugündü. Kapıyı ittim, içeride masanın üstünde eski bir daktilo duruyordu. Kağıtta birkaç satır yazılmıştı: “Eğer bunu okuyorsan, hâlâ zamanı değiştirebilirsin. Ama neyi hatırlayacağını seçmelisin.” Daktilonun yanında küçük bir not defteri vardı, kapağı ıslanmış, sayfaları buruşmuştu. Açtığımda kendi el yazımı gördüm — ama kelimeleri hatırlamıyordum. İlk cümlede şöyle yazıyordu: “Unutmak özgürlüktür, hatırlamak hapsolmak.” Gözlerim sayfalarda dolaştıkça birden bir sahne canlandı: aynı kadın, trende, elinde fotoğraf, bana dönüp “sen hâlâ buradasın” diyordu. Kadının sesi, müziğe karıştı, dışarıda dönme dolap yeniden dönmeye başladı, her dönüşünde geçmişin bir parçasını içeri savuruyor gibiydi: çocuk sesleri, rüzgâr, metalin çığlığı. Daktilonun tuşlarına bastım, parmaklarım kendiliğinden hareket ediyordu, ben yazmıyordum, sadece ellerim yazıyordu: “Geldiğin yeri unuttuğunda, çıkış yolunu bulacaksın.” O anda kulübenin duvarları çatladı, ışık içeri doldu, gözlerimi kapadım. Tekrar açtığımda, deniz kıyısında bir bankta oturuyordum. Yanımda aynı çanta, aynı defter, aynı fotoğraf. Ama tren, lunapark, kadın, her şey bir rüya gibi uzakta kalmıştı. Gün batıyordu, dalgaların sesi tanıdıktı. Cebimden fotoğrafı çıkarıp baktım; bu defa fotoğrafta deniz vardı, ben bankta oturuyordum, ama fotoğrafın köşesine küçük bir not düşülmüştü: “Hatırlama.” Gözlerimi kapattım, o kelime aklıma saplandı. Birden rüzgâr şiddetlendi, dalgalar kıyıya vurdu, bir ses kulağımın dibinde fısıldadı: “Burası hiç olmadı.” Gözlerimi açtığımda, bankın etrafındaki dünya bulanıklaştı, insanlar silinmeye başladı, sanki bir fotoğrafın tersine çevrilişini izliyordum. Renkler soldu, sesler kayboldu, geriye yalnızca rüzgârın sesi kaldı. Yürümeye başladım, ama adımlarımın sesi bile yoktu. Uzakta bir tren düdüğü duydum, sonra rayların metal sesi. Etrafıma baktım, hiçbir şey yoktu ama önümde bir trenin gölgesi belirdi, kapısı açıktı. İçeri girdim, içi tamamen boştu, yalnızca bir koltukta oturan biri vardı — ben. Göz göze geldik. O ben, bana bakıyordu ama ifadesizdi. Elinde bir radyo tutuyordu, sesi açtı, o eski tango çalmaya başladı. Kendi sesimi duydum, müziğe karışmıştı, bir şeyler söylüyordu: “Bu hikâyenin sonunu yazmak senin elinde değil.” O anda tren hareket etti, hızlandıkça dışarıdaki dünya çizgilere dönüştü, zamanın dışına çıkmış gibiydim. Yanımdaki ben, bana dönüp gülümsedi, sonra buhar gibi dağıldı. Sadece radyo kaldı. Sesi giderek cızırtıya dönüştü, en sonunda tamamen sustu. Kararan camda kendi yansımam yoktu artık, yalnızca dönme dolabın bulanık şekli. Sonra her şey bir kez daha aydınlandı — istasyon, sabah ışığı, aynı yer, aynı an. Trenden indim, ama bu kez fark ettim: istasyonun duvarına kazınmış bir cümle vardı: “12 Kasım’da hatırlama.” Elimi duvara sürdüm, yazı sıcaktı, sanki yeni kazınmıştı. O anda arkamdan bir çocuk sesi duydum: “Sen yine mi geldin?” Döndüm, küçük bir kız çocuğu bana bakıyordu, elinde kırmızı bir balon. “Bunu hep yapıyorsun,” dedi, “ama hiçbir zaman doğru zamanı bulamıyorsun.” Ne demekti doğru zaman? Sormaya fırsat bulamadan balon elinden kaçtı, gökyüzüne süzüldü, gözden kayboldu. Çocuk da kayboldu. Geriye sadece rüzgâr kaldı. Yere eğildim, balonun ipi hâlâ oradaydı, ucuna küçük bir not bağlıydı: “Bu hikâyeyi bitirmeye çalışma.” O an içimde garip bir rahatlama hissettim, sanki nihayet bir anlam çıkmıştı bu döngüden: belki de hikâye bitmemeliydi, çünkü bitince ben de yok olacaktım. Tren yeniden hareket etti, bir yerlere gidiyordu ama nereye bilmiyordum; rayların sesi artık tanıdık değil, insan sesi gibiydi, bana bir şey anlatıyordu, ama kelimeleri çözemedim. Pencereden baktım, uzakta deniz ve dönme dolap aynı karedeydi. O an anladım: hiçbir şey birbirinden ayrı değildi, her yer aynıydı, her zaman aynı andı. Ve ben, o anın içinde sıkışmış bir yankıydım sadece. Bir noktadan sonra zamanın anlamı kalmıyor lan, raylar aynı yöne gidiyor ama senin vardığın yer hep aynı oluyor. Trenin içindeydim yine, aynı pencere, aynı uğultu, ama bu defa dışarıda bir deniz görünüyordu; sanki raylar suyun üstünde uzanıyordu. Dalgalar raylara çarpıyor, köpükler camdan içeri sıçrıyordu. Radyoyu açmaya çalıştım, ses yoktu. Sonra cebimdeki fotoğrafı çıkardım, ıslanmış, kenarları kıvrılmıştı. Bu kez fotoğrafta trenin içindeydim, pencereden bana bakıyordum, ve fotoğrafın arkasında sadece bir kelime vardı: “Dön.” Dön nereye lan, dedim kendi kendime, dönecek yer mi kaldı? O lunapark, o kadın, o çocuk, hepsi sanki kafamın içinde dönüp duran bir rüya gibi. Ama içimde bir his vardı — bir şey beni geri çağırıyordu. Trenin kapısını açtım, dışarısı karanlık, ama suyun üstünde yürüyormuş gibi ilerledim. Adımlarımın altında raylar yoktu, sadece yansıma. Uzakta, denizin ortasında o lanet dönme dolap dönüyordu. Gittikçe yaklaştım, her dönüşünde bir anı parlıyordu: çocukluğum, bir yaz gecesi, bir yüz, bir kayboluş. Yaklaştıkça dönme dolabın sesi artmaya başladı, metal gıcırdıyor, rüzgâr uğulduyordu. Ortasında bir ışık yanıp sönüyordu, tam merkezinde bir siluet oturuyordu — ben. “Ulan bu iş iyice saçmaladı,” dedim yüksek sesle, ama korkmuyordum artık, sadece bıkmıştım. Dolaba tırmandım, ellerim pasla kesildi, kanla karışan yağmur ellerimden süzüldü. Tepeye vardığımda o siluet kayboldu, ama yerine bir sandalye vardı, üzerinde o eski radyo. Üzerine bir not bırakılmıştı: “Şimdi hatırlarsan, her şey bitecek.” Ulan dedim, bitse de kurtulsak. Radyoyu açtım. Bu kez müzik yoktu, sadece bir nefes sesi. Sonra kendi sesim duyuldu: “Bunu sen yarattın. Hepsi senin hikâyendi.” O an içimde bir şey koptu, gözlerimi kapadım, geçmişteki her sahne birer birer aklıma doldu — çocuk sesleri, tren, kadın, fotoğraflar, hatta o küçük kız ve balonu. Hepsi birer an değilmiş, hepsi aynı anmış, tek bir döngüde sıkışmış binlerce yansıma. “Hatırlamak seni burada tutar,” demişti kadın. Lan haklıymış. Çünkü o an anladım, bu yer benim zihnimdi. Lunapark, tren, deniz, hepsi bendim. Bu yüzden kaçamıyordum. Kafamın içindeki mekanik bir kabustu belki, belki de bir rüya, ama gerçeklik kadar inatçıydı. Dönme dolap hızlandıkça gökyüzü parçalandı, ışık içeri doldu, rüzgâr uğultu değil artık çığlıktı. Radyonun sesi yükseldi, kendi sesim bana bağırdı: “Ya unut ya da sonsuza kadar burada kal.” Gözlerimi sımsıkı kapattım, dedim ki içimden, “Tamam ulan, unuturum!” O anda her şey sustu. Yağmur durdu, müzik kesildi, metal gıcırtısı yok oldu. Sadece sessizlik. Gözlerimi açtım — sabah olmuştu. Şehrin sokaklarındaydım, bankta oturuyordum. Etrafımda insanlar yürüyordu, araba sesleri, martılar, normal hayat. Cebimdeki fotoğraf yoktu. Çantamda ne defter vardı ne radyo. Ama elimde bir iz kalmıştı, pas kokulu bir yara. Başımı kaldırdım, tam karşımda bir duvar — duvarın üstünde soluk bir yazı: “12 Kasım’da hatırlama.” Ulan dedim, hâlâ peşimi bırakmadı. Gülümsedim, belki delirdim, belki de gerçekten kurtuldum. Ayağa kalktım, yürümeye başladım, kalabalığın içinde kayboldum. Ama bir ara, arkamdan tanıdık bir melodi geldi kulağıma, o eski tango. Kalabalığın arasından baktım, uzakta bir köşede, yaşlı bir kadın oturuyordu, elinde o solmuş fotoğraf. Göz göze geldik. Bu kez gülüyordu. Fotoğrafı kaldırdı, bana gösterdi. Yaklaştım, baktım — fotoğrafta o vardı, ama yanındaki bendim, ikimiz dönme dolabın önünde duruyorduk, yağmur altında. “Bitti mi lan bu iş?” dedim. Kadın gülümseyip başını salladı, “Hiçbir şey bitmez,” dedi, “ama bazı şeyler unutulur.” Fotoğrafı elime verdi, sonra kalabalığın içinde kayboldu. Fotoğrafa baktım, sonra buruşturup cebime attım. Belki yine trenle giderim bir gün, belki aynı istasyona varırım, ama bu sefer o lanet dolaba bakmam. Yürümeye devam ettim, güneş yavaşça yükseliyordu, gökyüzü açık bir maviydi. Bir kafeye oturdum, kahve söyledim, sigara yaktım. Duman camda kendi yansımamı bozdu. O an fark ettim ki, yansımam bana bakmıyordu artık, sadece ben ona bakıyordum. Belki bu, özgürlüktü. Belki unutmak buydu. Ulan ne fark ederdi ki? Hayat, bir tren sesi kadar geçici, bir fotoğraf kadar sahteydi. İçimden bir ses hâlâ o melodiyi mırıldanıyordu, o lanet tango. Ama artık umursamıyordum. Kahvemi bitirdim, dışarı çıktım, güneşin altına yürüdüm. O an, rüzgârın arasında bir fısıltı duydum: “Artık sen yazmıyorsun.” Durdum, etrafıma baktım, kimse yoktu. Belki rüzgâr konuşuyordu, belki beynim. Fark etmezdi. Yürümeye devam ettim. Her adımda geçmiş biraz daha silindi. Ve ilk defa, hiçbir şeyi hatırlamadan yürümek iyi hissettirdi. Çünkü bazen lan, en iyi anı, hiç hatırlamadığın olandır.