Vice Roleplay
Diğer => Genel Sohbet => Arşiv => Konuyu başlatan: vatansever - 20.05.2020 09:42
-
Son 10 yıldır şu laflar çok popüler oldu "Amerikan özentisi", "Amerikan özentisi olmayın", "Batı özentisi", "Batı özentisi olmayın". Bu yönetilen algı çeşidi midir, arkasında kim vardır vesaire vesaire kısmı beni ilgilendiren kısmı değil. Ben işin özündeyim. Bir ismi kötülemek, üzerinde kötü/olumsuz anlam bırakmak, o olayı istediğiniz gibi şekillendirmedeki en büyük etkendir. Buna birkaç örnek vereyim:
Hayvan gibi yemek yiyorsun. -İnsanın hayvandan üstün olduğunu beyan eden yapılaşma.
Adam gibi konuş. - Erkeğin kadına olan üstünlüğü.
Karı gibi kıvırma - Kadın davranışlarını küçümseme.
gibi yapılar bahsettiğim duruma örnektir. Artık "Batı" kelimesini dahi kötü alıyoruz. Halbuki EVET BATI ÖZENTİSİ olmalıyız. Batıyı özenmeliyiz, Amerika'yı özenmeliyiz, örnek almalıyız. Bunları gören insanlar artık "cık cık cık cık" tarzı tepkiler veriyor ve karşı çıkıyor çünkü akıl sağlıklrı yerinde değil, iki haneli IQlü insanların tepkileri bunlar...
Bugün benim futbol kariyerim olsa, bir Türk de olsam Fransız da olsam işin en iyisini örnek alırım. Ronaldinho'yu izlerim, Ronaldo'yu izlerim, Messi'yi izlerim.
Bugün bir telefon şirketi açacak ve üretecek olsam, en iyiis kimse ona bakarım, Apple'ı örnek alırım.
Bu iki örneğe verilebilecek birçok örnek varken, söz konusu yaşam, ülke, hayat standartlarına gelince "Batı özentisi olma" safsatasını ülkeye yaydı bu iki haneli IQlular. Çok uzatmayacağım, bir toplulukta oyun oynuyoruz, bu topluluğu bilinçlendirmek için yazdığım bir yazıdır. Neden batıyı/Amerika'yı örnek almalıyız; alım gücü farkı, yaşam standartları nasıldır; aşağıda göstereceğim;
Bugün ekşi sözlükte -zaten hemen hemen her gün görebilirsiniz bu başlıkları- açılan klasik başlıklardan sadece bir tanesi gayet yeterli bu durumu izah etmeye:
Amerika'da 100 dolara yapılan bir alışveriş listesi (bir türk tarafından, son zamanlarda yapılan):
* Süt
* Yumurta
* Tuvalet kağıdı
* 1.5 kilo et
* 1.5 kilo tavuk
* 24'lü su
* Yarım kilo peynir
* Ekmek
* Portakal suyu
* Benzinle depoyu sıfırdan fulleme
* 2 adet sandviç.
Bu alım gücüne istinaden yine ekşi sözlükte yapılan bir yorumu "Batı özentisi olmayın" argümanını hayat standartı haline getirmiş adamlara alıntılıyorum;
Türkiye'de 12'li tuvalet kağıdı (orta kalite): 30 TL
1.5 kilo kıyma (en ucuzu): 67.5 TL
etinizi yiyip sıçtıktan sonra kıçınızı peçete ile temizleyebilirsiniz. Bu ülke insanına çok bile.
-
kafa yapısı bu
-
Yol yabdı
-
Standartları kendi sahip olduğun standartların çok üzerinde yer alan her ülke özenilmelidir. Kendi ülkesi hariç diğer ülkeleri küçümseyen, diğer ülkelere özenen insanlara "vatan haini misin?" sorusunu yönelten düşünce yoksunluğu yaşayan insanlara acıyorum.
-
türkiye'nin temel probleminin ekonomik olduğu yadsınamayacak bir gerçek. bunun örtbas edilmesi için de düzenli bir şekilde gündem değiştirme ve farklı gündem belirleme teknikleri uygulanıyor. bunun sonucunda da vatanseveri'in yazdığı gibi toplum arasında kutuplaşmalar oluyor. türk halkı olarak; takım tutmaktan, siyasi partiye, mezhep inancından, yapılan role her türlü konuda kutuplaşmaya çok müsait olduğumuzdan da ekonomi kaynaklı problemleri sosyal hayatımızda hissediyoruz. suriyelilere karşı göçün ilk yıllarında değil de son yıllarda artan yabancı düşmanlığının en büyük sebebi de yine tahmin edilebileceği gibi ekonomi dolayısıyla vuku buluyor. bu bağlamda ekonominin düzelmesiyle yükselecek alım gücü ülkeye ve topluma rahat bir nefes aldıracağı gibi stresten de uzaklaştıracaktır.
batı-amerikan özentisi konusu da yukarıda yazılan gündem belirleme ve kutuplaşmaya örnek gösterilebilecek olsa da bunu küreselleşmeyle ele alacağım. sovyetlerin yıkılmasıyla amerika'nın liberal politikaları ve yaşayış tarzı dünyanın kalanına yayılmaya başladı. teknolojinin ilerlemesi ve sosyal medyanın insanları bu kadar yakınlaştırdığı günlerde de batılılaşma ya da amerikanlaşmadan ziyade bir "ortak kültürlüleşme" olduğunu savunanlardanım. burada amerika'nın kültürel emperyalizmin ağababası olmasından kaynaklı bu ortak kültürde büyük pay sahibi olduğu rahatlıkla söylenebilecektir. pandemi etkisini azaltıp yaşanacak küresel bir ekonomik krizden sonra bu ortak kültür işinin daha da artarak 30-35 yıl içinde batılılaşma, amerikanlaşma ve türevi kavramları ortadan kaldıracağını ön görüyorum.
-
Avrupa birliği vatandaşı olmak hayatımızın birçok yönünün garip bir varlık tarafından yönetilmesi anlamına gelir. Anlatacaklarımı yurtdışında yaşamış ve bir çok ülke gezmiş biri olarak ileteceğim.
Bir polis memuru boyumuzu aşan kararlar veriyor gibi hissettirir. Birçok Avrupalı AB seçimlerinde verdikleri oyların önemsiz olduğunu ve AB'nin demokratik olmadığını düşünüyor. Gerçekten de, AB ne kadar demokratik sizce? ve verdiğiniz oy gerçekten bir işe yarıyor mu?
Demokratik devletlerde kamu politikaları halkın iradesine dayanmaktadır. Ancak, insanlar çok da uyumlu varlıklar değiller. Kendilerine yarar sağlayacak yasa ve kuralların yayınlanması için mücadele veren sayamayacağımız kadar çok topluluk var. İşleyen bir demokraside, bu mücadelelerin verilebileceği adil bir ortam yaratmak için çalışan denetim ve denge mekanizmaları olur.
Dönem sınırlamaları, oluşumların çok uzun süre iktidar olmasını engeller. Fakat bunların hepsi kendi ülke sınırlarımız içinde geçerli. Uluslarası politika demokratik olmaktan ziyade anarşiktir.
Yasaları uygulatacak veya adil olunmasını sağlayacak merkezi bir otorite bulunmaz, bu yüzden geçerli tek yasa güçlü olanın zorbalığıdır. İnsanlık tarihinin büyük çoğunluğunda, güçlü ülkeler diğerlerinden istedikleri her şeyi gasp ya da şiddet yoluyla almıştır.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, anarşi durumunun sonlandırılması için ülkelerin nasıl davranmasın gerektiği hakkında kurallar oluşturulması amacıyla Birleşmiş milletler kuruldu. Fakat BM'nin fiilş gücü olmadığı ve üyeleri arasında çatışan menfaatlar olduğu için genellikle kibarca göz ardı edilir.
AB, kendisine üye olan milletler için kurallar ve kanunlar oluşturmayı ve bu kararları Avrupa Adalet Mahkemesi yoluyla uygulamaya ve bağlayıcı kılmaya çalışan bir yapı.
AB, başlangıçta Avrupa ülkeleri arasında barışın ve kıta içinde refahın sağlanması amacıyla kuruldu. Ama aynı zamanda üyeleri için uluslararası güç kazanımı sağlamayı amaçlayan bir girişim.
Tek bir süper devlet gibi ve tüm vatandaşları tarafından demokratik ve meşru olması için çabalanıyor. Üyeleri, birbirlerinden farklı önceliklere sahip olan ülkeler. Peki bu nasıl işliyor?
AB, gülünç biçimde karmaşık olduğu ve politikacılar bir şeyleri adlandırmada bilim insanlarından bile kötü olduğu için oldukça basitleştirecek ve birçok detayı atlayacağız.
Şimdi, eğer ki bağımsız milletlerden oluşan demokratik bir birlik kurmak istiyorsanız iki seçeneğiniz var.
Birincisi, tüm birlikle beraber karar alacak olan ulusal politikacıların oylanmasına izin verin ya da ikincisi, bağlayıcı kararlar alabilen bağımsız kurumların seçimi için tüm vatandaşlara doğruyan oylama yetkisi verin.
Her iki yaklaşımın da olumlu ve olumsuz yönleri var ve AB, ikisinin karışımını uyguluyor. Avrupa Adalet Divanı'nın yanında, bu gün konuşacağımız dört temel kurum var.
Avrupa Konseyi; üye ülkeler, hükümet ya da devlet başkanlarından oluşur. Avrupa Birliği Konseyi üye ülkelerin bakanlarından oluşur.
Üçüncüsü ise Avrupa Komisyonu; AB'nin fiili hükümetidir. Her üye devletinden bir bakan yer alır.
Ve son olarak, Avrupa Parlamentosu; Siz, değerli vatandaşlar tarafından Avrupa seçimleriyle doğrudan seçilen Avrupa Birliğinin tek parçası.
Prensipte, bu kurumların tamamı ulusal ya da AB ölçeğinde verdiğiniz doğrudan ya da dolaylı oylarla seçilir. Ancak bazıları, diğerlerinden daha fazla şey yapar. Örneğin, ulusal temsilcinize oy veriyorsunuz: verdiğiniz oy ile hükümetin belirlenmesinde katkıda bulunuyor ve kimin Devlet başkanı olup Avrupa komisyonunda ülkenizi temsil edeceğini belirlemiş oluyorsunuz.
Yani, bu bir tür dolaylı demokrasidir. Komisyon için oy kullanmadınız, ama onları atayanları, onaylayanları ve denetleyenleri belirlemek için oy verdiniz. Aslında dört temel Avrupa Briliği kurumundan iki buçuğu üye devlet hükümetlerine bağlıdır.
Ama bir vatandaş olarak doğrudan seçime katıldığınız tek kurum olan AB Parlamentosuna verdiğiniz oy için sorulması gereken soru: "Bunun gücü ne kadar?" Verdiğiniz oyun ne kadar etkisi var? AB Parlamentosunun etkisi başlangıçta oldukça düşüktü ancak son 20 yılda git gide daha güçlü hale geldi. Bugün, yeni yasaların üye ülkeler üstünde bağlayıcı olabilmesi için Parlamentonun onaylaması gerekiyor. Ayrıca, AB bütçesinin nasıl harcanacağını ve uluslararası anlaşmaları oyluyor. Tüm bunlar Parlamentoyu oldukça güçlü hale getiriyor ve böylece verdiğiniz oyu uluslararası düzeyde bile etkili kılıyor. Ulusal parlamentolara kıyasla, önemli bir gücü yine de eksik. AB Parlamentosu resmi olarak yeni yasa önerisinde bulunamaz bu durum da genellikle AB'nin demokratik olmadığı ve AB Parlamentosunun daha etkili olması gerektiği argümanlarının özünü oluşturuyor. Şu anda üye devletlerin hükümetleri Avrupa Birliğini neredeyse kontrol ediyor. Parlamentoya daha fazla güç verilmesi, AB'yi bütün olarak daha demokratik yapabilir fakat aynı zamanda üye devletlerin gücünü de azaltacaktır. Hangi yaklaşımın daha iyi olduğu belli değil.
Nihayetinde birliğin nasıl gelişmesi gerektiğine karar vermesi gereken üye devletler ve vatandaşlar olarak, bizleriz. Tamam, buradan bir sonuç çıkarabilir miyiz?
Bir bütün olarak, AB üye devletlerinin çoğunun olduğu biçimde demokratik değil. Fakat yine de demokratik. Aldıkları kararları beğenmezseniz, örneğin telif haklarıyla ilgili, kendi temsilcilerinizin ne oy verdiğine bakabilir ve onlara kendi oyunuzu verebilirsiniz. Daha demokratik hale getirme mücadelesi, kimin ne üstüne güç sahibi olacağıyla yakından ilişkili
AB değişmeye devam ediyor. Siz sevgili arkadaşlar, yalnıza mevcut politikaları değil; aynı zamanda sistemin gelecekte neye benzeyeceğini oyluyorsunuz.
-
Klişe olacak ama her millet hak ettiği şekilde yönetilir millet. Biz halkı her fırsatta söğüşleyenleri, halk sürünürken padişah gibi yaşayanları tepemize çıkardıkça bunlar daha iyi günlerimiz.
-
Alım gücü konusuna katılıyorum diğerleine katılmıyoru ,toplumumuzda bulunan senin de yazdığın "hayvan gibi yiyon,adam gibi konuş" gibi kelimler kavramlar Türk kültüründe tamamen yeri yoktur zamanla Araplaşan toplum içinde çıkmıştır, doğru şuan da ülkemizde bu tarz kelimeleri kullanan çok insan var fakat sırf bu kelimeleri kullandığı için o insana kızmak değil de geçmişte yaşayan topluma kızmak lazım. Batıya özenmek konusu içinde Batı ya özenmek yerine dediğim gibi saf Türk olmaya özenmek daha iyidir, iyi forumlar.
-
her toplum hak ettiği şekilde yönetilir
-
(https://static.birgun.net/resim/haber-detay-resim/2019/03/06/kadir-misiroglu-tarih-uydurmaya-suresiz-ara-verdi-567916-5.jpg)
Kadir Mısıroğlu bunu beğenmedi.
-
ben yine 10 liralık alıyorum
-
o benim arkadaşım o benim akrabam olduğu sürece...
-
Öncelikle Meriç’e yüksek seviye tartışma için teşekkür ediyorum.
Türkiye hukuk tarihi, Türkiye siyasi tarihi ve bunların hukuk ve ardından sosyal yaşama etkileri benim bir tür hobim. Hatta evimde Atatürk’ün Samsuna çıktığında yazdığı istifa mektubunun orijinali bulunmaktadır. Böyle ufak tefek hukuki/siyasi anıları toplamayı severim. Bir dönem Fidel Castronun “vurulmadan” önce içtiği ve üstünde hala parmak izlerinin seçilebildiği bir bardağı bile koleksiyoner bir arkadaşımın evinde görmek nasip olmuştu.
Ancak, ben bugün Türkiye’den ziyade Amerika’daki ve AB’deki sistemi biraz anlatarak aslında bahsi geçen illüzyonu kırmak istiyorum. Amerika’ya ve AB’ye özenmemiz gerektiğine katılıyorum. Ama bu ülkelerin “problemsiz” olduğu ilüzyonuna zinhar katılmamaktayım.
Adaletsiz biraz yukarıda AB’den bahsettiğinden üstünde çok durmayacağım. Evet, AB demokratik değil çoğu zaman da hukuktan ziyade politika ile yönetiliyor.
Ancak AB vatandaşı olan kimseler bir çok haktan yararlanırlar ve bunu bütün AB’de kullanırlar örneğin Almanya’da dükkanı olan bir kimse gidip İtalya’ya aynı gün taşınıp orada bir dükkan açabilir. Mallarını AB’de vergisiz dolaştırır, her yediği içtiği çok sıkı kontrol edilen standartlara tabiidir. Gümrük birliği sebebi ile birliğin dört bir yanından en kaliteli ürünleri “ek” vergi olmadan yer. Yani Fransız adam akşam şarabını yudumlarken yanında İspanyol jamon de ibericosu ve İtalya’nın zeytin bahçelerinden gelen zeytinini keyifle tüketebilir. Bu kurallar dolanılmaya çalışıldığında da EC (Avrupa Konseyi sanırım Türkçesi) Rekabeti (Gucci davası), malların serbest dolaşımını (Casis de Dijon davası) veya kişilerin serbest dolaşımını engellediği için ülkelere sağlam tazminatlar ödetir.
Ancak Avrupa’nın bir çok yerinde sidik kokusundan yürüyemeyeceğiniz kadar kötü, saat sabahın onunda haptan cayır cayır patlayan insanların gece kulübü önünde dans ettiği bir çok mahalle vardır. İşin kötüsü gettolar şehirlere, garlara yakındır ve bu orada yaşayan ve belirli saatlerde gezmesi gereken insanlar için tehlikelidir. Örneğin sabah 5’te işe gidenler tırsarak gider. Gece vardiyası maaşları bu yüzden ultra yüksektir, toplu taşıma yirmi dört saat çalışmaz vb. Avrupa güvenlidir algısı göreceli yalandır. Türkiye’de İstanbul’da girmeniz/gezmeniz gereken yerler alenen belliyken. (Ankarada Çin Çin’e gitmezsin, İstanbulda Dolapdereye gidip millete sövmezsin vb) Avrupanın benim gezdiğim bir çok kentinde bu çizgiler aniden silikleşebilir Madrid’te merkeze aşırı yakın bir yerde gasp edilebilirsiniz, İtalya’da kapkaç o kadar sık yaşanır ki dikkat kapkaçcı var tabelaları önce koyulmuş sonra kaldırılmıştır. (Kapkaçcılar bu tabelaların altında bekleyip tabelayı görüp de turistlerin nerelerini ellediğini izliyor ve değerli malların yerini anlayıp cukkalıyorlarmış bu yüzden kaldırılmışlar.) Güvenlik ile ilgili örnekler tabii ki çeşitlendirilebilir. Avrupanın bir diğer sorunu da gençlerinin büyük kayıplarda olmasıdır, gençler partileri, uyuşturucuyu ve alkolü çok severler. Hatta bir çoğu okul yerine bunu tercih eder, Avrupa’da alkolizm bir çok ülkeye göre 2-3 İslam’a inanan ülkelere göre ise yaklaşık 10 kat daha fazladır (Bu veriyi nereden aldığımı hatırlayamıyorum kusura bakmayın) çok ciddi sokakta bayılan/ayılan tripten tribe koşan gençleri görmeniz mümkündür.
Velhasıl kelam Avrupa sizin orta direk, orta-üst veya üst bir yaşam standardı sürdürdüğünüz varsayımında AŞIRI iyi bir konsepttir. Hayalinizdeki her yemeğe büyük olasılık ulaşabilir, ekstrem olmadığı sürece her şeye sahip olabilirsiniz. Düşük yaşam standardına sahipseniz de daha insanca yaşarsınız. Ancak çok düşük yaşam standardına sahipseniz, illegal göçmenseniz veya ilk kuşak kalifiye olmayan işçiyseniz kendi etnisitenizin yoğunlukta bulunduğu gettolarda yaşar ve büyük olasılık buralarda ölürsünüz. Gettonuzun iyi veya kötü olup olmadığı tamamen komünün kültürüne bağlıdır, benim gözlemim Türk gettolarının görece temiz, Zencilerininkininse iğrenç olduğu yönünde oldu. Ancak Lyonda da durum bunun tam tersiydi. Yani tamamen orada yaşayan kişilerin insafına kalmış bir temizlik/toplum algısı. Ancak mesela besinsiz kalmazsınız, Avrupa’da insanlar nadiren kendilerini parasızlık sebebiyle vururlar ve bunu yaptıklarında ceplerinden 2 euro gibi bir para çıkmaz, çok daha fazla paraları olur en fakir olan dilenci bile 0 euroya sahip değildir.
Üniversitede de yemekler subsidizeddır yani orada okuyorsanız ücretsiz yemek bir çok üniversitede vardır, seçenekler hep aşırı fazladır ve şinitzelden, falafele, pizzaya her gün geniş bir yelpaze sunulur. Hatta orada bulunduğum süreçte döner bile gördüm. Üniversite öğrencileri yemek yiyemeyecekleri için intihar etmezler. Çünkü: yemek zaten bedavadır. Bununla beraber eğitim dünyadaki bir çok konuda en profesyonel kişilerce verilir ve haklar da çoğu zaman eşittir.
Yani kimse kusura bakmasın ama Avrupa “İnsancıl” değil eleştirisi yanlıştır. Avrupa öyle özgürlükçü ve insancıldır ki bunun sıkıntısını çekmektedir (şehrin ortasında getto, kayıp gençlik örneklerini hatırlayalım. Türkiye’de roman mahallelerinin yıkılması örneği ile destekleyelim) ancak Avrupa soğuktur yani kurallar ve bunların takibi vardır ve insanlar hemen hop yerim moruk seni şeklinde arkadaşlıklara girmezler, dolayısıyla Türkler sıklıkla Avrupayı ve insanını “insanlıktan” uzak adlederler ancak böyle bir durum yoktur, siz onlara çok ters bir tepki bile verseniz çoğu özür diler gülümser ve işlerine bakarlar. Ancak soğuk oldukları için sosyal yaşam/komün hayat pek Avrupa realitesi değildir bireysel ve içe kapanık bir yaşam hüküm sürer. İnsanlarından ziyade ülkelerine gelirsek Avrupa’da bir kaç ülke hariç hepsi ekonomik olarak stabildir. Bunun dışında her ülkenin belirli sistemleri kanunları ve AB’nin kendisi de aşırı stabildir dolayısıyla hiç bir ülke iktidar değişimiyle 50 yıl geriye gitmez, ülkelerin stabil programları vardır ve AB bunların bir kısmını “seve-seve” yaptırdığından ilerleme/gelişme şart gibidir, bu gelişme de genelde ülkenin yüzlerce yıldır belirlediği çizgide olur ve sabittir yani bir anda sağcı olan bir ülke solcu olmaz, örnek vermek gerekirse yeni bir Hitler vakası görmek şu sıralar imkansız gibidir. Bu sebeple AB’nin değişiyor olduğu iddialarına katılmıyorum, AB herhangi bir “güç gaspı” veya “karar alma organı” olma peşinde değil. Bu yetkilerin her biri tek tek ülkelerce kendilerine verilmekte. Ülkelerin çok çok büyük bir çoğunluğu da bundan feci derecede memnun, Federal tek bir devlet yapılanması onlar için çok güçlü olacakları bir alternatif sunmakta. Üstelik AB kültürleri bastırma çabası içerisinde olmadığından sadece “Hukuki” bir birleşme olacaktır bu. Yetki konusuna gelirsek Milletlerarası Genel Hukukta bir ülkenin izni alınmadan hiç bir şey yapılamaz. Yani AB bir gecede gücü gasp edip yepyeni bir ülke olamaz. adaletsiz’in iddia ettiği ve ülkeler arası hukukun anarşi ile yönetildiği tuhaf bir dünyada yaşıyor olsaydık, bu doğru olabilirdi ancak şunu unutmamak gerekiyor, düşünceler bazı kuralların varlığını etkilemiyor. VCLT, UN Charter gibi farklı anlaşmalar ile Milletlerarası Genel Hukuk son 50 yılda ciddi değişimlere uğramış ve şuanda dünyada en saygı duyulan hukuk dallarından biri haline gelmiştir. Güçlünün borusu öter mantığı çok yanlış olmasa da belli kuralların ve kılıfların olduğu, anarşi olmayan bir ortam olduğunu söylemekte yarar var. Özetlemek gerekirse, AB sui-generis bir hayvandır çözümlemesi de imkansızdır ancak artı ve eksileri elimden geldiğince yukarıda belirttim.
Amerika’ya gelirsek, Amerikan rüyası veya Amerika filmlerde görüldüğü gibi değildir. Halkın çok az bir kısmı nakit ile alışveriş yapar. Neredeyse HERKES hem soyulma korkusundan hem de gerçekten aylık yaşadığından kredi kartı ile alışveriş yapar. Cebinizde 30 dolar gibi cüzi bir miktar bile bulundursanız kendinizi korkak hissedebilirsiniz. Halkın bir kısmı öyle fakirdir ki onlara bozmanız için 100 dolar verdiğinizde onunla fotoğraf çekilebilirler. Amerika eğitime sadece “hak eden” tayfa bakımından önem verir. Herkes okumaz/okumak için cesaretlendirilmez. Okumak için cesaretlendirilenler ya çok zekilerdir ya da zenginlerdir ve notları ortalama üstüsür. Bir çok iş lise mezunları için mümkündür, ücretler de gayet makuldür. Örneğin bir polis memuru yıllık 80.000-90.000 dolar kazanır ve bu para çoluk çocuk “refah” içinde yaşamalarına yeter. Ancak okullar ateş pahasıdır, Üniversiteye gitmek bir evin iki katı fiyattır ve çoğu orta direk Amerikalı bir evi 30 yıl Mortgage ödeyerek alabilmektedir. Yani teorikte orta direk bir aile tasarruf fonu gibi bir yatırımı çocukları doğar doğmaz yapmazsa çocuk üniversite hayalini çok nadiren çıkan burslar olmadan kuramaz bile. Bunun dışında herkes kredi borçlusudur, sürekli bir borç
söz konusudur, ülkede işsizlik de yüksek orandadır. Eğitimli kesim az olduğundan yüksek maaş alır ancak göç fazla olduğundan da bazı eğitimli kesimler iş bulamayabilirler. İş ve üniversite imkanı fazla olduğundan “kariyer” yapmak Türkiye’de görece kolay girilen bir kurumsal şirkette kariyer yapmaya benzemez. 72 saat straight çalışan tipler vardır ve bu kimseye tuhaf gelmez. Hatta 72 saat çalışan adam aşırı verimli ise onun yanındaki kişiyi işten çıkarıp, nasıl olsa tek yapıyor bu eleman bile denilebilir. Amerika vahşi kapitalizmin doruklarını yaşar. Evet, hayat güzel gözükebilir. Evet, güzel de olabilir. Elinizden basit işler geliyor şse ustalık/elektrikçilik gibi meslekler ile kendi şirketinizi kurabilecek kadar para bile kazanabilirsiniz. (İdris usta örneği, şirket değil ama bir işletme sayılabilir. )Gerçekten çok çalışırsanız da görece ekonomik stabiliteye ulaşabilirsiniz.
Ancak zaten bunların hepsi Türkiye için de geçerlidir. Şuan girip kurumsal bir şirkete girseniz ve manyakça çalışsanız zaten 5 yıl sonra iyi paralar kazanırsınız. Aynı şekilde eğer kendi şirketinizi iyi bir fikirle kurarsanız yine piyasayı domine edersiniz. Evet, Amerikada seçenek daha fazladır, yemek beslenme daha ucuzdur. Ancak hiç aklınıza gelmeyecek şeyler ateş pahasıdır ve Türkiye’de rahatlıkla alabileceğiniz sebze meyveyi orada kolay kolay alamayabilirsiniz.
Özetle aslında Amerika locked-in societal level ile çalışır. Yani orta direk kolay kolay üste çıkamaz, üst adam da kolay kolay düşemez. Alttaki adamın çıkması ise mucize olarak adledilebilir. (Örnek vermek gerekirse, bir polis memurunun oğlu çoğu zaman yine polis memuru olacaktır. Bir doktorun veya avukatın oğlu/kızı zaten aşırı zengin bir aileden geldiğinden kolay kolay kendine orta direk bir kariyer seçmeyecektir. bu yüzden de bu kast sistemi ve döngü Amerika’da hep devam eder.)
Bununla beraber Amerika da güvenli değildir ve hatta toplu bir tecavüzü ve cinayeti bir apartman dolusu insan seyredip, hiç bir şey yapmayabilir. Polisi bile aramayabilir. Türkiye’de öyle bir şey olsa ve bir apartman dolusu adam duysa failin sabahı görüp göremeyeceği meçhuldür. Gece gezemeyeceğiniz mahalleler vardır, insanlar size kırmızı ışıkta durmamanızı söylerler vb vb. Özetle Amerika da Türkiye gibi belirli yerlerde güvenli belirli yerlerde değildir çizgiler de aşırı silik değildir.
Son olarak, söylemek istediğim şey aslında açık ancak Meriç ve Tunç’un da söylediklerine katılarak “yanlış batılılaşma” konseptine karşı olduğumu söylemem gerekiyor. Yani çok iyiyiz batılıyız hadi
götümüze buzlu badem sokalım kafasındansa Türkiye’nin de iyi yanları olduğunu kabul etmeli ve önümüzdeki iyi örneklere öykünmeliyiz.
Not: Konu çok ilgi alanım olduğundan kaptırmışım.
tl,dr: batılılık iyi yanlış batılılaşma kötü, paran varsa her yer müthiş.
-
her toplum hak ettiği şekilde yönetilir
-
Çok sevdiğim bir hocamın şöyle bir lafı var ; " Kaçın kurtarın kendinizi!" .
-
Ancak zaten bunların hepsi Türkiye için de geçerlidir. Şuan girip kurumsal bir şirkete girseniz ve manyakça çalışsanız zaten 5 yıl sonra iyi paralar kazanırsınız. Aynı şekilde eğer kendi şirketinizi iyi bir fikirle kurarsanız yine piyasayı domine edersiniz. Evet, Amerikada seçenek daha fazladır, yemek beslenme daha ucuzdur. Ancak hiç aklınıza gelmeyecek şeyler ateş pahasıdır ve Türkiye’de rahatlıkla alabileceğiniz sebze meyveyi orada kolay kolay alamayabilirsiniz.
bu kisma katilmiyorum. manyakca calismanin karsiligini buyuk bir sansi yok ise Amerikada ki gibi alamaz. alsa bile Amerikada ki gibi kullanamaz. belli eyaletlerinde dedigin ates pahasi olaylar var evet. ama sifirdan gidip san franciscodan baslarsan hata edersin. kisaca Turkiyede cok calisarak refaha ulasilabilecegine inanmiyorum.
-
" Kaçın kurtarın kendinizi!"
-
Örnek alınması gereken ülkenin Amerika olması konusunda pek emin değilim, gelir dağılımı eşitsizliği hat safhada. Alım gücü ve kişi başına düşen milli gelir konusunda bir şey diyemeyeceğim tabii.
-
Aslında "yanlış batılılaşma" bizde taa Tanzimat fermanından bu yana işlenen, neredeyse iki asırlık bir konu. Bunu 19. yüzyıl Türk Edebiyatının eserlerinden bile kolaylıkla kavrayabilirsiniz. Şahsi kanaatimce bizim memleket nispeten batılaşmış onu da yanlış batılılaşarak yapmıştır. Şekil olarak Avrupalılar gibiyiz ama zihniyet olarak uç noktalardayız. Kimisi boynuzları iyice yağlayıp bilemeyi modernlik addederken kimisi hala inanılmaz tutucu, kuma getiriyor vesaire.
Yaşadığım yerden örnek vermek isterim(Bodrum). Etrafımdaki insanlar tabiri caizse mal gibi yaşamakta, mal gibi kendini sunmakta ve de mal gibi muamele görünce tam bir mağduru oynamaktadırlar. Babaları anneleri 80'lerdeki turizm dalgasından dolayı giyim-kuşam, ilişkiler konusunda genel olarak rahat kimselerdir. (Bu turizm dalgası kültürel olarak kıyı kesimleri çok değiştirmiştir. 1950'lerde herhangi bir Anadolu köyü gibi olan yerler otuz yıl sonra yabancı ve tabii paralı turist akınına uğruyor, bir düşünün zihniyetlerin ne kadar hızlı kırıldığını. Malum para her kapıyı açıyor.) Buraya yaşanan aşırı dış göçün etkisiyle sosyo-etnik yapının inanılmaz derece bozulması artık burayı küçük bir İstanbul ve yaşaması çile bir yer haline getirmiştir. Sosyal medyada gördüğünüz makyaja, estetiğe para akıtan kadınlar bana kalırsa tüm bu yanlış batılılaşma meselesinin özetidir. Madde dünyası insanı önce kendisinden sonra ucuz nesnelerden nefret ettiriyor. Madde dünyasının inşası sanayi devrimi ile beraber gerçekleştiğine göre bu durumda Avrupa'nın etkisi var, bu onları suçlu yapmaz tabii. Türk milleti olarak yapmamız gereken şey kendimizi entelektüel bakımdan hiçbir akıma kapılmayacak, kendi fikirlerini üretebilecek şekilde geliştirmektir. Fakat bunun mümkün olduğunu da hiç sanmıyorum. Bu konuda da uç ideolojilerin Rus piçleri, Fransız ibneleri, o komünist şu faşist diyerekten kendilerini dış dünya realitesine kapatmaları büyük bir etken daha. (Düşünün, bir adam var vakti zamanında Ruslarla savaştığımız için Dostoyevski'yi okumuyor. Bahane olarak da diyor o Türkleri sevmiyormuş, pan-slavistmiş. Bre herif o adam kendini de sevmiyordu zaten, tabii gel bunu anlat.)
Konunun çok dışına çıktım ama toplumu incelemek ve ilişkileri, tarzı vs. üzerinde çıkarımlar yapmak sevdiğim bir şey. Uzun lafın kısası İbn-i Haldun'un dediği gibi "Coğrafya kaderdir." Batı ve Doğu arasında sıkışıp kaldığımız için sürekli bocalıyoruz, hepsi bundan ibaret. Bu işten de ancak tarafsız ve eleştirel bir yaklaşımla tüm medeniyetleri analiz ederek ve kusurları ayıklayıp kendimize bir üst kültür oluşturarak çıkabileceğimizi düşünüyorum.
Mustafa Kemal Atatürk'de bunu öngörmüş ve ülküsünü "Muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkmak" olarak benimsemiştir.
-
Aslında "yanlış batılılaşma" bizde taa Tanzimat fermanından bu yana işlenen, neredeyse iki asırlık bir konu. Bunu 19. yüzyıl Türk Edebiyatının eserlerinden bile kolaylıkla kavrayabilirsiniz. Şahsi kanaatimce bizim memleket nispeten batılaşmış onu da yanlış batılılaşarak yapmıştır. Şekil olarak Avrupalılar gibiyiz ama zihniyet olarak uç noktalardayız. Kimisi boynuzları iyice yağlayıp bilemeyi modernlik addederken kimisi hala inanılmaz tutucu, kuma getiriyor vesaire.
Yaşadığım yerden örnek vermek isterim(Bodrum). Etrafımdaki insanlar tabiri caizse mal gibi yaşamakta, mal gibi kendini sunmakta ve de mal gibi muamele görünce tam bir mağduru oynamaktadırlar. Babaları anneleri 80'lerdeki turizm dalgasından dolayı giyim-kuşam, ilişkiler konusunda genel olarak rahat kimselerdir. (Bu turizm dalgası kültürel olarak kıyı kesimleri çok değiştirmiştir. 1950'lerde herhangi bir Anadolu köyü gibi olan yerler otuz yıl sonra yabancı ve tabii paralı turist akınına uğruyor, bir düşünün zihniyetlerin ne kadar hızlı kırıldığını. Malum para her kapıyı açıyor.) Buraya yaşanan aşırı dış göçün etkisiyle sosyo-etnik yapının inanılmaz derece bozulması artık burayı küçük bir İstanbul ve yaşaması çile bir yer haline getirmiştir. Sosyal medyada gördüğünüz makyaja, estetiğe para akıtan kadınlar bana kalırsa tüm bu yanlış batılılaşma meselesinin özetidir. Madde dünyası insanı önce kendisinden sonra ucuz nesnelerden nefret ettiriyor. Madde dünyasının inşası sanayi devrimi ile beraber gerçekleştiğine göre bu durumda Avrupa'nın etkisi var, bu onları suçlu yapmaz tabii. Türk milleti olarak yapmamız gereken şey kendimizi entelektüel bakımdan hiçbir akıma kapılmayacak, kendi fikirlerini üretebilecek şekilde geliştirmektir. Fakat bunun mümkün olduğunu da hiç sanmıyorum. Bu konuda da uç ideolojilerin Rus piçleri, Fransız ibneleri, o komünist şu faşist diyerekten kendilerini dış dünya realitesine kapatmaları büyük bir etken daha. (Düşünün, bir adam var vakti zamanında Ruslarla savaştığımız için Dostoyevski'yi okumuyor. Bahane olarak da diyor o Türkleri sevmiyormuş, pan-slavistmiş. Bre herif o adam kendini de sevmiyordu zaten, tabii gel bunu anlat.)
Konunun çok dışına çıktım ama toplumu incelemek ve ilişkileri, tarzı vs. üzerinde çıkarımlar yapmak sevdiğim bir şey. Uzun lafın kısası İbn-i Haldun'un dediği gibi "Coğrafya kaderdir." Batı ve Doğu arasında sıkışıp kaldığımız için sürekli bocalıyoruz, hepsi bundan ibaret. Bu işten de ancak tarafsız ve eleştirel bir yaklaşımla tüm medeniyetleri analiz eder ve kusurları ayıklayıp kendimize bir üst kültür oluşturarak çıkabileceğimizi düşünüyorum.
Mustafa Kemal Atatürk'de bunu öngörmüş ve ülküsünü "Muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkmak" olarak benimsemiştir.
Çoğu olayı özetleyen bir yazı olmuş bu. Hem günümüz hem de eskiye dair olan olaylar bakımından. @leftyguns eline sağlık.
Ek olarak;
ben yine 10 liralık alıyorum
-
kömür dağıtıyoruz