Domuz, antik Yunan, Roma ve Germen uygarlıklarında şans getiren bir hayvan ve sembol olarak kabul edilirdi. Domuz sürüsüne sahip olanlar da, varlıklı kabul edilirdi. Domuzun latincesi ise "porcus"dur. Hediye olarak sadece gerçeği değil, küçük topraktan pişmiş olanları da gayet makbuldü. Bu durumda domuz değil domuzcuk oldukları için de, porcusun küçültme hali olan porcellino kullanılmıştır. Bu pişmiş topraktan üretilen domuzcukların Latince ismi, günümüzde tüm dünyada porselen olarak yüksek kalitede pişmiş toprak ürünleri için kullanılmaktadır. Porselen derken, aslında 'domuzcuk' demiş oluyoruz. Küçük domuz figürleri de günümüz Avrupa ülkelerinin çoğunda şansın ve bereketin sembolü olarak kullanılır. Örneğin kumbaralar domuz şeklindedir.
Midas'ın sarayında gerçekleştirdiği bir eğlence sırasında Çobanların ve Ormanların Tanrısı Pan flütüyle orada bulunan insanlara müzik ziyafeti çekmektedir. Şaraplar içildikçe güzel ezgiler eşliğinde kafalar da güzelleşirken Kral Midas, sahip olduklarıyla övünerek kibirleniyormuş. Güneş ve Müziğin Tanrısı Apollon'un, Pan'dan daha güzel müzik yapamayacağını da söyleyince etrafındakiler onu bu şekilde konuşmaması için uyarmış çünkü herkes Apollon'a şirk koşanların akibetini çok iyi biliyormuş ancak kral bu durumu umursamayarak Apollon'dan karşısına çıkmasını istemiş. Herkesin şaşkın bakışları arasında öfkeli bir şekilde Apollon, bir anda Midas'ın karşısında belirmiş. Midas, Apollon'a müzikte o kadar çok iddalıysa eğer Pan ile yarışmasını ve ondan yeteneğini herkese ispat etmesini istemiş. Bütün bu olanları korkulu gözlerle izleyen Pan Tanrı olmasına rağmen Apollon'dan korkuyormuş ve bu talebi Apollon kabul etmiş ve yarışma başlamış. Kazananı açıklayacak jüride Midas, baş yargıçmış ve yarışma başlamış Apollon'un lirinden dökülen ezgiler herkesi büyülemiş ve tam sonuç açıklanacakken Midas bir anda kalkarak kazananın Pan olduğunu duyurmuş. Bu adaletsiz karara Apollon bir hayli sinirlenmiş ve Midas'a dönerek ''Müziğin iyisinden anlamayan kulak insan kulağı olamaz, sana eşek kulağı yakışır.'' diyerek onu cezalandırmaya karar verip salonu terk etmiş.
Ertesi gün uykudan uyanan Midas kulaklarının üzerinde bir çift eşek kulağını görünce dehşete kapılmıştır. Bu halde halkın arasına çıkamayacağından berberini saraya çağırmıştır. Kulaklarının görünmemesi için berberine bir peruk yapmasını söyler ve bu durumu herhangi birine söylerse onu öldüreceğini de ekler, bu durumdan korkan berber hayatı için sessiz kalmaya mecbur kalmıştır. Söylentiler, dedikodular yayıldıkça berberin tutmaya mecbur olduğu bu hayati sır da günden güne berbere ağır gelmektedir. Bu sırrı saklamaya daha fazla dayanamayan berber kimseye söyleyemeyeceğinden bir kuyuya (veya kazmış olduğu bir çukura) haykırmaya karar vererek ''Midas'ın kulakları eşek kulağı! Midas'ın kulakları eşek kulağı!'' diye bağırmıştır. Ancak kuyunun yanındaki kamışların rüzgarla birleşerek yankı yapan bu sesi yayabileceğini düşünememiştir. Böylece bu büyük sır herkes tarafından öğrenilip alay konusu haline gelince Midas kulaklarını kestirmeye karar verir ve kestirir, ancak kulakları tekrar uzar ve daha kötü bir hale bürünür. Kral Midas bu kulaklarla baş edemeyeceğini anlayınca Tanrıya yalvarmaya başlar. Tanrı da bu yakarışa cevap verir ve onu affeder, ancak canını almak şartıyla. Sonra da kimse görmeden onu mezara gömer.
Yunan mitleri ile ilgili 2 tane tragedyam var. Bir tane de antik yunanda geçen mitolojik diyaloglar içeren sokratik yöntem ile yazılan kitabım var. Ben Türk mitolojisi kaynağı bulamadığından yunan ile devam ettim. Türk mitolojisi ile ilgili terimler paylaşırsanız hem insanlar kültürünü öğrenir hemde belki bilinçlenirler ve yok olmak üzere olan şaman kültürü devam ederTürk Mitolojisinden ve oluşumundan bahseden birkaç yazı bulmuştum. Onları da paylaşırım.
| 1. Yer ile gök arasındaki bağlantıyı kurar. Dünya'yı 2 parçaya, bu çizgiyle çakışık çizgi ile toplamda 4 parçaya böler. 2. Yer ile gök arasına girmiş çelik. 3. Uçmağ, ölenlerin gittiği bugün ki manada Cennet. 4. Yer altı alemi ve Kızıl Tamunun efendisi Erlik Han'ın söz sahibi olduğu kötülükler alemi. 5. Gök 17 kattır, kam buraya ancak bir kurban ve ruh aracılığıyla çıkar. Atlar Gök-Tanrı inancında en önemli kurbandır. Ayrıca ruhları gök alemine atların çıkardığına inanılır. 6. Türklerde kuşlar kutsaldır. Yine gök alemi ile yer arasında bağlantı kurabilen canlılar olarak anılır. Kuşlar kamlara yardımcı olur. 7. Geyikler, Gök-Tanrı inancında kutsal canlılardır. Yine kamın en önemli kurbanlarındandır. 8. 3 çizgi, eğer ağacın altındaysa dağ demektir. Eğer gök alemine yakınsa gök kuşağı olduğu var sayılır. Burada bulunan üç çizgi, dağ ve üstünde bulunan ağaç da yaşam ağacı. 9. Burada kama yardımcı ruhlar bulunuyor. Eğer 7 insan varsa Tanrı Ülgen'in kızlarıdır. Kamlara yardımcı ruhlar burada yer alır. 10. Gök alemi, Tanrı Ülgen'in oturduğu yer. Burada ay, güneş ve yıldızlar vardır. 11. Gök alemi, Tanrı Ülgen'in oturduğu yer. Burada ay, güneş ve yıldızlar vardır. | (https://www.upload.ee/image/11448762/kam-davulu.jpg) |
Türk illerinde Türk oku ötmeyen, Türk kolu yetmeyen, Türk’e boyun eğmeyen bir yer yoktu. Bu durum yabancı kavimleri kıskandırıyordu. Yabancı kavimler birleştiler, Türkler’in üzerine yürüdüler. Bunun üzerine Türkler çadırlarını, sürülerini bir araya topladılar; çevresine hendek kazıp beklediler. Düşman gelince vuruşma da başladı. On gün savaştılar. Sonuçta Türkler üstün geldi.
Bu yenilgileri üzerine düşman kavimlerin hanları, beğleri av yerinde toplanıp konuştular. Dediler ki:
“Türkler’e hile yapmazsak halimiz yaman olur !”
Tan ağaranda, baskına uğramış gibi, ağırlıklarını bırakıp kaçtılar. Türkler,
”Bunların gücü tükendi, kaçıyorlar” deyip artlarına düştüler. Düşman, Türkler’i görünce birden döndü. Vuruşma başladı. Türkler yenildi. Düşman, Türkler’i öldüre öldüre çadırlarına geldi. Çadırlarını, mallarını öyle bir yağmaladılar ki tek kara kıl çadır bile kalmadı. Büyüklerin hepsini kılıçtan geçirdiler, küçükleri tutsak ettiler.
O çağda Türkler’in başında İl Kagan vardı. İl Kagan’ın da birçok oğlu vardı. Ancak, bu savaşta biri dışında tüm çocukları öldü. Kayı (Kayan) adlı bu oğlunu o yıl evlendirmişti. İl Kagan’ın bir de Tokuz Oguz (Dokuz Oğuz) adlı bir yeğeni vardı; o da sağ kalmıştı. Kayı ile Tokuz Oguz tutsak olmuşlardı. On gün sonra ikisi de karılarını aldılar, atlarına atlayarak kaçtılar. Türk yurduna döndüler. Burada düşmandan kaçıp gelen develer, atlar, öküzler, koyunlar buldular. Oturup düşündüler: “Dörtbir yan düşman dolu. Dağların içinde kişi yolu düşmez bir yer izleyip yurt tutalım, oturalım.” Sürülerini alıp dağa doğru göç ettiler.
Geldikleri yoldan başka yolu olmayan bir yere vardılar. Bu tek yol da öylesine sarp bir yoldu ki deve olsun, at olsun güçlükle yürürdü; ayağını yanlış yere bassa, yuvarlanıp paramparça olurdu.
Türkler’in vardıkları ülkede akarsular, kaynaklar, türlü bitkiler, yemişler, avlar vardı. Böyle bir yeri görünce, ulu Tanrı’ya şükrettiler. Kışın hayvanlarının etini yediler, yazın sütünü içtiler. Derisini giydiler. Bu ülkeye “ERGENEKON” dediler.
Zaman geçti, çağlar aktı; Kayı ile Tokuz Oguz’un birçok çocukları oldu. Kayı’nın çok çocuğu oldu, Tokuz Oguz’un daha az oldu. Kayı’dan olma çocuklara Kayat dediler. Tokuz’dan olma çocukların bir bölümüne Tokuzlar dediler, bir bölümüne de Türülken. Yıllar yılı bu iki yiğidin çocukları Ergenekon’da kaldılar; çoğaldılar, çoğaldılar, çoğaldılar. Aradan dört yüz yıl geçti.
Dört yüz yıl sonra kendileri ve süreleri o denli çoğaldı ki Ergenekon’a sığamaz oldular. Çare bulmak için kurultay topladılar. Dediler ki:
“Atalarımızdan işittik; Ergenekon dışında geniş ülkeler, güzel yurtlar varmış. Bizim yurdumuz da eskiden o yerlerde imiş. Dağların arasını araştırıp yol bulalım. Göçüp Ergenekon’dan çıkalım. Ergenekon dışında kim bize dost olursa biz de onunla dost olalım, kim bize düşman olursa biz de onunla düşman olalım.”
Türkler, kurultayın bu kararı üzerine, Ergenekon’dan çıkmak için yol aradılar; bulamadılar. O zaman bir demirci dedi ki:
“Bu dağda bir demir madeni var. Yalın kat demire benzer. Demirini eritsek, belki dağ bize geçit verir.”
Gidip demir madenini gördüler. Dağın geniş yerine bir kat odun, bir kat kömür dizdiler. Dağın altını, üstünü, yanını, yönünü odun-kömürle doldurdular. Yetmiş deriden yetmiş büyük körük yapıp, yetmiş yere koydular. Odun kömürü ateşleyip körüklediler. Tanrı’nın yardımıyla demir dağ kızdı, eridi, akıverdi. Bir yüklü deve çıkacak denli yol oldu.
Sonra gök yeleli bir Bozkurt çıktı ortaya; nereden geldiği bilinmeyen. Bozkurt geldi, Türk’ün önünde dikildi, durdu. Herkes anladı ki yolu o gösterecek. Bozkurt yürüdü; ardından da Türk milleti. Ve Türkler, Bozkurt’un önderliğinde, o kutsal yılın, kutsal ayının, kutsal gününde Ergenekon’dan çıktılar.
Türkler o günü, o saati iyi bellediler. Bu kutsal gün, Türkler’in bayramı oldu. Her yıl o gün büyük törenler yapılır. Bir parça demir ateşte kızdırılır. Bu demiri önce Türk kaganı kıskaçla tutup örse koyar, çekiçle döver. Sonra öteki Türk beğleri de aynı işi yaparak bayramı kutlarlar.
Ergenekon’dan çıktıklarında Türkler’in kaganı, Kayı Han soyundan gelen Börteçine (Bozkurt) idi. Börteçine bütün illere elçiler göderdi; Türkler’in Ergenekon’dan çıktıklarını bildirdi. Ta ki, eskisi gibi, bütün iller Türkler’in buyruğu altına gire. Bunu kimi iyi karşıladı, Börteçine’yi kagan bildi; kimi iyi karşılamadı, karşı çıktı. Karşı çıkanlarla savaşıldı ve Türkler hepsini yendiler. Türk Devleti’ni dört bir yana egemen kıldılar.
Türk Beğleri, Ergenekon’dan Çıkış Gününü Kızgın Demir Döğerek Kutluyorlar.
Ergenekon Destanı(https://i.hizliresim.com/n73HA3.jpg)Türk illerinde Türk oku ötmeyen, Türk kolu yetmeyen, Türk’e boyun eğmeyen bir yer yoktu. Bu durum yabancı kavimleri kıskandırıyordu. Yabancı kavimler birleştiler, Türkler’in üzerine yürüdüler. Bunun üzerine Türkler çadırlarını, sürülerini bir araya topladılar; çevresine hendek kazıp beklediler. Düşman gelince vuruşma da başladı. On gün savaştılar. Sonuçta Türkler üstün geldi.
Bu yenilgileri üzerine düşman kavimlerin hanları, beğleri av yerinde toplanıp konuştular. Dediler ki:
“Türkler’e hile yapmazsak halimiz yaman olur !”
Tan ağaranda, baskına uğramış gibi, ağırlıklarını bırakıp kaçtılar. Türkler,
”Bunların gücü tükendi, kaçıyorlar” deyip artlarına düştüler. Düşman, Türkler’i görünce birden döndü. Vuruşma başladı. Türkler yenildi. Düşman, Türkler’i öldüre öldüre çadırlarına geldi. Çadırlarını, mallarını öyle bir yağmaladılar ki tek kara kıl çadır bile kalmadı. Büyüklerin hepsini kılıçtan geçirdiler, küçükleri tutsak ettiler.
O çağda Türkler’in başında İl Kagan vardı. İl Kagan’ın da birçok oğlu vardı. Ancak, bu savaşta biri dışında tüm çocukları öldü. Kayı (Kayan) adlı bu oğlunu o yıl evlendirmişti. İl Kagan’ın bir de Tokuz Oguz (Dokuz Oğuz) adlı bir yeğeni vardı; o da sağ kalmıştı. Kayı ile Tokuz Oguz tutsak olmuşlardı. On gün sonra ikisi de karılarını aldılar, atlarına atlayarak kaçtılar. Türk yurduna döndüler. Burada düşmandan kaçıp gelen develer, atlar, öküzler, koyunlar buldular. Oturup düşündüler: “Dörtbir yan düşman dolu. Dağların içinde kişi yolu düşmez bir yer izleyip yurt tutalım, oturalım.” Sürülerini alıp dağa doğru göç ettiler.
Geldikleri yoldan başka yolu olmayan bir yere vardılar. Bu tek yol da öylesine sarp bir yoldu ki deve olsun, at olsun güçlükle yürürdü; ayağını yanlış yere bassa, yuvarlanıp paramparça olurdu.
Türkler’in vardıkları ülkede akarsular, kaynaklar, türlü bitkiler, yemişler, avlar vardı. Böyle bir yeri görünce, ulu Tanrı’ya şükrettiler. Kışın hayvanlarının etini yediler, yazın sütünü içtiler. Derisini giydiler. Bu ülkeye “ERGENEKON” dediler.
Zaman geçti, çağlar aktı; Kayı ile Tokuz Oguz’un birçok çocukları oldu. Kayı’nın çok çocuğu oldu, Tokuz Oguz’un daha az oldu. Kayı’dan olma çocuklara Kayat dediler. Tokuz’dan olma çocukların bir bölümüne Tokuzlar dediler, bir bölümüne de Türülken. Yıllar yılı bu iki yiğidin çocukları Ergenekon’da kaldılar; çoğaldılar, çoğaldılar, çoğaldılar. Aradan dört yüz yıl geçti.
Dört yüz yıl sonra kendileri ve süreleri o denli çoğaldı ki Ergenekon’a sığamaz oldular. Çare bulmak için kurultay topladılar. Dediler ki:
“Atalarımızdan işittik; Ergenekon dışında geniş ülkeler, güzel yurtlar varmış. Bizim yurdumuz da eskiden o yerlerde imiş. Dağların arasını araştırıp yol bulalım. Göçüp Ergenekon’dan çıkalım. Ergenekon dışında kim bize dost olursa biz de onunla dost olalım, kim bize düşman olursa biz de onunla düşman olalım.”
Türkler, kurultayın bu kararı üzerine, Ergenekon’dan çıkmak için yol aradılar; bulamadılar. O zaman bir demirci dedi ki:
“Bu dağda bir demir madeni var. Yalın kat demire benzer. Demirini eritsek, belki dağ bize geçit verir.”
Gidip demir madenini gördüler. Dağın geniş yerine bir kat odun, bir kat kömür dizdiler. Dağın altını, üstünü, yanını, yönünü odun-kömürle doldurdular. Yetmiş deriden yetmiş büyük körük yapıp, yetmiş yere koydular. Odun kömürü ateşleyip körüklediler. Tanrı’nın yardımıyla demir dağ kızdı, eridi, akıverdi. Bir yüklü deve çıkacak denli yol oldu.
Sonra gök yeleli bir Bozkurt çıktı ortaya; nereden geldiği bilinmeyen. Bozkurt geldi, Türk’ün önünde dikildi, durdu. Herkes anladı ki yolu o gösterecek. Bozkurt yürüdü; ardından da Türk milleti. Ve Türkler, Bozkurt’un önderliğinde, o kutsal yılın, kutsal ayının, kutsal gününde Ergenekon’dan çıktılar.
Türkler o günü, o saati iyi bellediler. Bu kutsal gün, Türkler’in bayramı oldu. Her yıl o gün büyük törenler yapılır. Bir parça demir ateşte kızdırılır. Bu demiri önce Türk kaganı kıskaçla tutup örse koyar, çekiçle döver. Sonra öteki Türk beğleri de aynı işi yaparak bayramı kutlarlar.
Ergenekon’dan çıktıklarında Türkler’in kaganı, Kayı Han soyundan gelen Börteçine (Bozkurt) idi. Börteçine bütün illere elçiler göderdi; Türkler’in Ergenekon’dan çıktıklarını bildirdi. Ta ki, eskisi gibi, bütün iller Türkler’in buyruğu altına gire. Bunu kimi iyi karşıladı, Börteçine’yi kagan bildi; kimi iyi karşılamadı, karşı çıktı. Karşı çıkanlarla savaşıldı ve Türkler hepsini yendiler. Türk Devleti’ni dört bir yana egemen kıldılar.
Türk Beğleri, Ergenekon’dan Çıkış Gününü Kızgın Demir Döğerek Kutluyorlar.
| (https://www.upload.ee/image/11461184/Screenshot_2.png) | Degei, Dengei Fiji halkının inanışında Kauvadra tepelerinde yaşayan bir yılan tanrının adıdır. Fiji halkının inandığı en büyük tanrılardan biridir. Fiji adalarının ve adalarda yaşayan tüm erkeklerin yaratıcısı olduğuna inanılıyor. O, insanları öldüklerinde ruhları yargılayan ve öbür dünyada nereye taşınacaklarına karar veren kişidir. Bir insan öldüğünde ruhu güneşli dünyadan sisli ve soğuk ölüler diyarına gider ve orada Degei tarafından sorguya çekilir. Uzun tırnaklarından tanınan tembel insanlar cezalandırılır, çalışkan ve üretken olanlar ödüllendirilir. Fiji mitolojisinde ilk insanlar: Efsaneye göre, başlangıçta her yerde sadece su ve alacakaranlık vardı ve sadece bir ada vardı, dünyanın kenarında bir yerde yüzen ve gündoğumu sırasında görülebilen Tanrıların adası. Degei yalnızdı ve yaşayan tek canlı Turukawa adlı dişi şahindi. Turukawa konuşamıyordu ve yaptığı tek şey, bir yuva oluşturmak için yaprak ve ot toplayarak Dünya'nın etrafında uçmaktı. Ve sonunda iki yumurtası oldu. Büyük Tanrı Degei iki yumurtayı evine götürdü, burada onlar için bir yatak yaptı ve onları vücudu ile sıcak tuttu. Yumurtalardan iki küçük insan çıktı, onlar onun çocuklarıydı. İlk insanlar doğduktan sonra, Degei'nin onlar için bir sığınak inşa etti, besledi ve doğanın sırlarını öğrettiği. İlk insanlar büyüdüğünde birbirleriyle tanıştılar ve Degei'den ateşin gücünü nasıl kullanacaklarını ve Tanrıların yiyeceklerini nasıl yiyeceğini göstermelerini istediler ve böylece Degei onlara öğretti. Ve bir süre sonra ilk insanlar Degei'den ayrıldı ve kendi başlarına yaşamaya başladı ve ilk çocuklarına sahip oldu. |
| (http://apelasyon.com/img/userfiles/images/3(7).jpg) | Karakterler: Theseus: Minotor’u öldüren Atina’nın veliahtı, daha sonra kralı. Ariadne: Theseus’a âşık olan kral Minos’un kızı. Aigeus (Egeus): Theseus’un babası, Atina’nın kralı. Aithra (Ethra): Theseus’un annesi. Minos: Girit Kralı. Pasiphae: Minos’un karısı. Daidalos: Labirenti inşa eden mimar. Poseidon: Yunan mitolojisinde denizler, depremler ve atlar tanrısı. Girit’te hüküm süren güçlü kral Minos, gücünü kanıtlamak için denizler tanrısı Poseidon’dan ona kurban etmek üzere bir boğa vermesini ister. Poseidon boğayı Minos’a verir. Fakat hayvan, Minos’un hoşuna gider ve Minos, boğayı kurban etmez. Bunun yerine başka bir boğayı kurban eder. Poseidon bunu fark ettiğinde çok sinirlenir ve Eros'tan okuyla Minos’un karısını boğaya âşık etmesini ister. Minos’un karısı Pasiphae, boğayla çiftleşir ve yarı insan yarı boğa bir çocuk doğar.İnsanlar bir süre sonra çocuğa "Minotor" yani "Minos'un boğası" derler. Minotor herkese zarar veren bir yaratıktır ve bunun üzerine mimar Daidalos’un yaptığı Labyrinthos adlı, içinden kimsenin çıkamayacağı yapıya kapatılır. Girit kralı Minos’a yenilen Atinalılar, haraç olarak yedi yılda bir en güzel yedi genç erkek ve yedi genç kızı Minotor’a kurban olarak göndermek zorundadırlar. Kurbanları götüren gemi, siyah yelkenlidir. Theseus, Minotor’u yenip, bu kurban işine bir son vermek istemektedir. Babası vazgeçirmeye çalışsa da, sonunda bir şartla buna izin verir. Eğer Theseus, Minotor’u öldürebilirse, Atina’ya dönerken, gemiye siyah yelkenler yerine beyaz yelkenler takacaktır. Kurbanlar ve Theseus, Girit’e geldiklerinde, onları labirente götürürler. Minos’un kızı Ariadne, kurbanlar halka gösterilirken Theseus’a âşık olur ve Theseus’a labirentten çıkabilmesi için basit bir strateji önerir. Buna göre Theseus, kızın verdiği ipliği labirentin girişine bağlayacaktır ve dönerken ipi takip ederek çıkışı bulabilecektir. Theseus labirente girdiğinde Minotor ile başa baş bir savaşa girer, Ariadne'nin dediği gibi Minotor'a eski adıyla seslenerek Minotor'u bir süre şaşırtır ve durumdan yararlanarak Theseus, Minotor'u öldürür. Theseus, Atinalı kurbanlar ile ipi takip ederek çıkışa ulaşır ve Ariadne’yi de yanına alıp Atina’ya doğru yola koyulur. Ancak beyaz renkli yelkenleri açmayı unutmuştur. Kıyıdan siyah renkli yelkenleri gören babası Egeus, oğlunun öldüğünü düşünerek aşağıdaki denize atlayarak intihar eder ve sonra insanlar onun adını anmak için atladığı denize onun adı yani "Ege Denizi" denir. Böylece Theseus, Atina kralı olur. |
| (https://i.hizliresim.com/oPWvCP.jpg) | Eski kitaplar, Yakut diyarlarında, dik dağları ve don- durucu soğuğu insan ırkıyla paylaşan kötü ruhlardan bahseder. Bu kitapların pek çoğu toprak tarafından yutulup geldikleri cehennem yurduna geri dönmüş- tür. Ama buna rağmen hikâyeleri nesilden nesile an- latılagelmiş ve günümüze kadar ulaşmıştır. Alt Dünya cehennem yurdunun Kuzey Göğü kıs- mında yaşayan ve sık sık yeryüzüne çıkıp avlanan Aan Arbatıılar da işte bu tehlikeli ve kötücül varlıkların başında yer alır. Tabii alfabetik olarak. Çünkü şekil- siz kör bir solucana benzediği rivayet edilen bu var- lıkların insanlara öyle çok da büyük bir tehlike saç- tıkları söylenemez. Aralarında dolaşırken insanlara verdikleri zarar sadece dermansızlık ve fersizlikle sı- nırlıdır. Bu gibi rahatsızlıklar hep onların eseridir. Bir Yakut Türk’ü kadim zamanlarda, hastalan- dığında bunun bir Aan Arbatıı’dan kaynaklandı- ğını bilir. Ya da en az onun kadar tehlikeli bir başka kötü ruhtan. |
Aan Arbatıılarperfecto
(https://i.hizliresim.com/oPWvCP.jpg) Eski kitaplar, Yakut diyarlarında, dik dağları ve don-
durucu soğuğu insan ırkıyla paylaşan kötü ruhlardan
bahseder. Bu kitapların pek çoğu toprak tarafından
yutulup geldikleri cehennem yurduna geri dönmüş-
tür. Ama buna rağmen hikâyeleri nesilden nesile an-
latılagelmiş ve günümüze kadar ulaşmıştır.
Alt Dünya cehennem yurdunun Kuzey Göğü kıs-
mında yaşayan ve sık sık yeryüzüne çıkıp avlanan Aan
Arbatıılar da işte bu tehlikeli ve kötücül varlıkların
başında yer alır. Tabii alfabetik olarak. Çünkü şekil-
siz kör bir solucana benzediği rivayet edilen bu var-
lıkların insanlara öyle çok da büyük bir tehlike saç-
tıkları söylenemez. Aralarında dolaşırken insanlara
verdikleri zarar sadece dermansızlık ve fersizlikle sı-
nırlıdır. Bu gibi rahatsızlıklar hep onların eseridir.
Bir Yakut Türk’ü kadim zamanlarda, hastalan-
dığında bunun bir Aan Arbatıı’dan kaynaklandı-
ğını bilir. Ya da en az onun kadar tehlikeli bir başka
kötü ruhtan.
TULPAR Türk Mitolojisinde evren üç dünyadan oluşur: Üst Dünya, Orta Dünya, Alt Dünya. Üst Dünya denilen yerde kutsal varlıklar, kanatlılar, kuşlar ve Tanrılar, Orta Dünya denilen yerde hayvanlar, insanlar, bitkiler, Alt Dünya denilen yerde de sürüngenler ve kötü varlıklar yaşar. Tulpar Üst Dünyada yaşayan kutsal bir varlıktır. Kuday(Tanrı) tarafından sadece Bagaturlara/Batırlara(kahramanlara) yardımcı olması için Orta Dünyaya gönderilir. Mitolojiye göre kanatlarının olması, gökyüzünden gelmesi, insanlara yardım ederek onları kurtarması gibi özelliklerinden dolayı üst dünyaya ait olduğu ileri sürülür. Bununla birlikte aslında üç dünyada da rastlanan bir varlıktır at. Üst dünyada kanatlı Tulpar, orta dünyada bildiğimiz bozkır atı, alt dünyada ise yarı yılan vücutlu olarak karşımıza çıkar. Tulpar’ın kanatları görünmez. Kanatları biri tarafından görülecek olursa Tulpar’ın ortadan kaybolacağına inanılır. Sihirli güçleri sayesinde şekil değiştirip başka hayvanların görüntüsüne bürünebilir. Hepimizin bildiği gibi dünyanın en uzun destanı olan Manas Destanında da Tulpardan söz edilmiştir. Manas Destanı’nda söylendiği üzere rüzgardan bile hızlı koşarlar. | (https://www.upload.ee/image/11497566/1050631.jpg) |
(https://i.hizliresim.com/Ypfc7Y.jpg) Yunan mitolojisinde gözlerine bakanı taşa çevirdiğine inanılan yılan saçlı, keskin dişli, dişi varlıktır. Gorgon kardeşlerden tek ölümlü olandır. Bu yüzden insanların kahramanı Perseus tarafından öldürülebilmiştir. Perseus, Graeae'nin ona verdiği ayna ile Medusa'ya bakabilmiş ve böylece kafasını taşa dönüşmeden kesebilmiştir. Bazı kaynaklar ise Hermes'in (Merkür) ona verdiği orak ve Athena'nın verdiği ayna ya da kalkan ile onu öldürdüğünü söyler. Sağ taraftaki kanı zehirlidir sol tarafında panzehiri vardır. Kafasını kestikten sonra Medusa’nın boynundan denize sıçrayan iki damla kandan Chrisaor ve Pegasus doğmuştur. Bazı kaynaklarda kafası kesildiğinde Medusa'nın hamile olduğu yazar. İki çocuğun da babası "Deniz Tanrısı Poseidon"dur. Bir diğer kaynak ise Medusa'nın boynundan fışkıran her bir kan damlasının yılanlara dönüştüğünü söylemektedir.
Perseus, Medusa'nın kafasını kestikten sonra onu, taşa çevirme laneti ile, bir süreliğine silah olarak kullanmıştır. Eve, annesinin bulunduğu adaya döndüğünde, annesinin kralla zorla evlendirilmeye çalışıldığını görür ve ona “Anne, gözlerini kapat." der. Medusa’nın kafasını havaya kaldırır. Onu gören herkes lanetten ötürü bir anda taşa dönüşür.
Daha sonra ise Perseus Medusa'nın kafasını Athena'ya verir ve Athena da onu kalkanına yerleştirir. Başka bir kaynağa göre ise Perseus Medusa'nın kafasını Argos'taki pazar yerine gömmüştür.
Aslında Medusa'nın kafasındaki yılanlar ise Athena'nın lanetidir. Medusa çok güzel bir kızdır ve altın sarısı saçları Poseidon'u cezbeder. Poseidon, Athena'nın bir tapınağında Medusa ile birlikte olur ve Athena buna karşılık Medusa'nın saçlarını yılanlara dönüştürür. Ve onu lanetler. Laneti ise ''Ona kim bakarsa taşa dönüşsün.'' şeklinde olur.
(https://i.hizliresim.com/XqKck2.jpg) Rivayete göre Hızır, İlyas ve İskender (Zülkarneyn) ölümsüzlük suyunu bulmak üzere yola çıkarlar. Belli bir zaman sonra 3 ayrı yola giderek ölümsüzlük suyunu ayrı ayrı aramaya karar verirler. Fakat bir yerden sonra Hızır ve İlyas’ın yolları kesişir. Yolculuklarına birlikte devam ederler. Zulumat (karanlıklar) ülkesine ulaştıklarında bir çeşmenin başında durup yemek yemeye karar verirler. Yanlarında getirdikleri kurutulmuş balığı tam yemek üzere çantalarından çıkaracakken çeşmeden akan su balığa sıçrar. Balık, bir anda canlanıp suyun içine atlar. Böylece Hızır ve İlyas ölümsüzlük suyunu bulduklarını anlarlar. Bu suyu hemen içerler. O sırada bir melek gelir ve kıyamete kadar yaşayacaklarını ancak yaşadıkları sürece insanlara yardım edeceklerini bildirir. Böylece Hızır karadaki, İlyas ise denizdeki insanların yardımcısı olur. Denilir ki kim ne zaman darda kalsa Hızır veya İlyas’ın ruhu bir bedene girip darda kalana yardım eder.
Anadolu, Orta Doğu ve Orta Asya’da her yıl yazın gelişi büyük bir neşeyle kutlanır. Ülkemizde 6 Mayıs’ta kutlanan bu gün başka ülkelerde farklı tarihlerde kutlansa da hepimiz için aynı anlamları ifade eder. Halk arasında bu güne, Hz. Hızır ve Hz. İlyas’ın adlarının birleşimiyle oluşan “Hıdırellez” adı verilir. Bu özel gün Hz. Hızır ve Hz. İlyas’ın yeryüzünde buluştukları gün kabul edilir. Aynı zamanda Hıdırellez, soğuk kış günlerinin geride bırakılması ve doğanın derin uykusundan uyanışı demektir. Fakat bilinmeyen bir mesele vardır. O da bu günün asıl anlam ve önemini oluşturduğu rivayet edilen hikayesidir.
Yukarıdaki hikaye aşağıdaki kitaptan alıntıdır. Daha fazlası için kitabı alabilirsiniz.Kitabın yazarı çok yakından tanımasamda tanıdığım biri. İçindeki resimleri profesyonel bir ressama çizdirmesi o kitabı kaliteli kılmış. Zaten kitabı basan kişide Kafka dergisinde önemli bir olde oynuyor.
(https://i.hizliresim.com/1rsOnE.jpg)
MİTOLOJİ VE ULUS
''Bir ulusu ulus yapan nedir? Cevaplamama izin verin. Tabiki de mitoloji. Eğer tarihten veya ulusunuzdan mitolojiyi silerseniz geriye hiçbir şeyin kalmadığını görürsünüz.'' - Hakan Kaya
Mitoloji, Yunancada ''Mithos'' söylenen ya da duyulan söz anlamında. Aynı zamanda da ''Geçmişte söylenenlerin tekrar edilmesi'' gibi anlamları bulunmakta. Türkçe karşılığı ise söylencebilimidir. Bir diğer adı ise ''Halap'' yani Masal sözcüğünden türemiştir.
Yani genel olarak mitolojiye masal lakabını takıyoruz. Bence yaptığımız en büyük hata bu. Türkçede ilk anlamına bakalım ''söylencebilimi'' aslında burada mitolojinin ne kadar önemli olduğu hatta bir bilim olduğu kabul ediliyor. Bana göre mitoloji sadece bilim yani ilimdir. Bunu ne kadar kabul etmesekte mitolojinin hayatımızda önemi büyük. Özellikleri türk toplumunda yaşıyorsak bunu gözardı etmemek gerekir. Çünkü biz ve bizim gibiler genellikle mitolojiyi masal, uydurma, saçma şeyler olarak görüyoruz. Yalan yok okumaya başlamadan önce bende öyle düşünüyordum. Hatta hocalarım bile öyle düşünüyordu. Ama daha sonra elime bir kitap aldım ve okumaya başladım. Beni mitolojinin derinliklerine götürdü ve işte o an mitolojinin bir masal değil bir inanç olduğunu öğrendim. Nasıl mı? Şimdi kendinizi o zamanlarda ki insanların yerine koyun. Yunan mitolojisini ele alalım. Bir denizcisiniz. Okyanusa açılıyorsunuz ve geminiz bir anda su almaya başlıyor, ne yaparsınız? Cevabı basit, tutunacak bir dal ararsınız. Ve bunu sağlamanın en kolay yolu dua etmektir. Aslında yunan mitolojisinin bize anlatmak istediği net bir cevap var. Zeus gökyüzünü, Hades ateşi ve Poseidon denizleri temsil ediyor. Yani burada vermek istedikleri cevap şu şekilde; ''Biz evreniz. Evrenin her köşesinde biz varız. Bizi önemli kılanda bu. Asla eskimeyeceğiz çünkü biz var olanlarız.'' Denizci hikayesine devam edelim. O denizci işte o anda dua etmeye başlar. ''Denizlerin tanrısı. Lütfen lütfen beni bu dalgalardan koru.'' işte o an tanrı kavramının ne olduğunu anlar ve şans eseri oradan kurtulur. Ve bunu arkadaşlarına anlatır, kulaktan kulağa bu olay yayılır ve bir inanç ortaya çıkar. Artık denizciler başlarına kötü bir şey geldiğinde tanrıya dua edeceklerdir. Ama bir şey eksik, o da tanrının ismi. O yüzden gökyüzünü inceler, evreni inceler ve kesin bir cevap ararlar. Bulduklarında ise iş bitmiştir.
Peki ya mitolojinin dünya dinleri arasında neden yeri yok? Yani neden Hristiyanlık, İslam, Yahudilik, Budizm, Maniheizm gibi net bir ismi yok. Siz hiç duydunuz mu ben yunan mitlerine inanıyorum. Ben Zeus'a iman ediyorum ona inanıyorum. Duyamazsınız çünkü artık insanoğlu onları masal olarak görüyor ve işte en büyük hatalarını yapıyorlar. Eğer tarihimiz ve tarihler mitolojiyi korusalardı yani ona değer verselerdi şuanda Zeus'un ismi iç çamaşırı markası olmazdı. Ama maalesef durum bu. İnsanoğlu değer veremedi ve vermemeye devam ediyor. Eğer böyle giderse binlerce yıl sonra dünya dinleride bu olaydan nasibini alacak. Yani yakında ''İsa iç çamaşırı, bunu giydiğiniz zaman suda yürüyor gibi hissedeceksiniz.'' gibi bir reklam görürseniz kesinlikle şaşırmayın.
Yani burada uluslara yani bizlere önemli bir görev düşüyor. Lütfen dininize sahip çıkın. Onu eskitmeyin ve bulduğunuz her fırsatta onu savunun. Ve en önemlisi diğer dinlere saygı duyun. Bu bir hristiyanda olabilir bir şamanizm inancına sahip olan biri de.
Türk mitolojisi. Şuanda önemini sürdürmeye devam ediyor çünkü orta asya türkleri buna sahip çıktı. Eğer araştırırsanız ve belgeseler izliyorsanız bir çok şamanizm inancına sahip insanları görebilirsiniz. Yani türklerin canlı mitolojik olguları vardır. Ama maalesef dünya mitolojileri bu özelliğini kaybetmiştir. Hiç denmeyecek kadar şuanda ''Yunan mitlerine'' inanan kişi sayısı oldukça azdır. Hatta şu anda şamanizm inancında oldukça yüksek bir artış olduğunu görebilirsiniz. Şunu net olarak söyleyebilirim ki felsefe,tarih,sosyoloji veya tüm bilimler mitolojiden çıkmaktadır ve ana kaynağı mitlerdir. Mitlerin en önemli özelliği inanca bağlı olmasıdır yani onu temsil etmesidir.
Ve Türk mitolojisinin en büyük şansızlığı şuanda hiçbir lisede müfredat olarak bu derslerin işlenmemesidir. O yüzden dünya mitleri arasında yerimizi alamıyoruz. Ne zaman bu hatamızın farkına varır ve mitolojiyi ders olarak işlersek işte o zaman toplum olarak iyi bir yola gireriz.
Son olarak eski bilgelerin bir sözü var; ''Bütün bilimlerin anası Tarih, onunda asıl kaynağı Mitolojidir.'
Yazımı Türk Mitolojisi'nin önemli temsilcisi kitapları ile bizi aydınlatan Necati Gültepe'nin biz sözü ile bitirmek istiyorum.
''Türk Mitolojisi gibi muazzam bir hazineden yani toplumsal alt şuurdan yoksun olduğumuzdan millet olarak sosyal ve siyasal problemlerle baş edemez durumdayız.'' - Necati Gültepe