(https://i.ibb.co/5vq4VR9/odn1.jpg)
Ukrayna İç Savaşı patlak verdiğinde 17 yaşındaydım. Fazla milliyetçi biri değildim, ancak ülkemi yöneten beceriksiz oligarkların para içerisinde yüzdüğünü gördükçe çıldırıyordum. Simferopol zengin bir şehir değildi. Yine de Ukrayna'nın en sakin ve güvenli şehirlerinden biriydi. Ancak, iç savaş ve Euromaidan Aktivistleri coşku ve özgürlük dolu çığlıklarını Simferopol'e kadar getirmişti. Ailem her ne kadar Euromaidan'dan uzak durmamı istese de; onlar her yerdeydiler. Ailem dediysem; annem ve Oleg... Oleg; yani üvey babam, domuzun tekiydi. Kumarbaz orospu çocuğu, babamdan yadigar ne varsa pokerde kaybetmişti.
Euromaidan Hareketi'ne katılacağımı söylediğimde; bu durum Oleg'in hiç hoşuna gitmemişti. Oleg, oligarkların yalakası, aşırı sağcı bir pislikti. Başlarda sözlü olarak başlayan tartışma, yerini yavaş yavaş fiziksel şiddete bırakıyordu. Bu zamana kadar pek çok kez fiziksel şiddetine maruz kalmıştım ancak bu sefer bir şeyler farklıydı. Üzerime yürüyordu ama o iri yarı adama duyduğum nefret, korkumu bastırıyordu. "Anneni de al, siktir git bu evden! Yoksa ikinizi de öldürürüm!" diye bağırdığında ise, adeta gözlerimden alevler çıktığını hissediyordum. Beynim kazan gibiydi ve dışarıdaki özgürlük naraları evin içini inletirken ben, kulağımda çalan davul seslerinden başka bir şey duymuyordum. Gözlerinin içine öyle derin bakıyordum ki, o iri yarı adam bir adım geri çekilmişti. İşte o an; harekete geçmek için avının kımıldamasını bekleyen vahşi bir hayvan gibi bir anda üzerine atlamış ve sol gözüne sert bir yumruk indirmiştim. Buna nasıl cesaret ettiğimi bilmiyorum ama kısa sürede toparlanıp, tek eliyle boğazımı sıkarak beni duvara yaslamıştı. Nefes alamıyordum, almaya çalıştığım her nefes boğazımı bir bıçak gibi kesiyordu. O an sadece öleceğimi düşünüyordum. Ama yüzümde aptal bir gülümseme vardı. Gözlerim kararıyordu. Zaman algım yavaşlamıştı. Her şeyi ağır çekimde görüyordum. Oleg'in yumruğunu kaldırışı, dışarıda yanan ateşin salon camına vuran gölgesi, televizyonda gösterimde olan film... Ta ki; Oleg'in yavaşça havaya kalkan yumruğunun altından annemin dehşet içerisindeki yüzünü görene kadar. Şimdi ölemezdim. Hayır; onu, bu domuz ile bir başına bırakamazdım. Bir anda kulağımda çalan davul seslerinin yükseldiğini hissettim ve hiç düşünmeden baş parmaklarımı Oleg'in gözlerine soktum. O an öfkem dışında hiçbir şeyi hissedemiyordum. Çıldırmıştım!
(https://i.ibb.co/bbg9wSk/Ba-l-ks-z-2.jpg)
Azrail'im olacak o koca adam, acı içerisinde yere yığılmıştı ve bir çocuk gibi ağlıyordu. Gözlerinin yuvalarından biri, yerini siyah bir çukura bırakmıştı. Diğeriyse görünmeyecek şekilde kan toplamıştı. Kulaklarımda çalan davul sesleri yavaşça azalıyor; yerini, dışarıda Euromaidan Aktivistleri'nin söylediği Nalivaymo Brattia adlı halk ezgisine bırakıyordu. Oleg'in acı çekişini halk ezgileri eşliğinde izliyordum. Annem ise çığlık içerisinde Oleg'i kontrol ediyordu. Gözlerimi yavaşça Oleg'in üzerinden çekebildiğimde, ellerimdeki sıcak kanı fark etmiştim. Yaptığım şeye inanamıyordum, ama beni daha da şaşırtanı; hiç pişmanlık duymuyordum. Dışarıda söylenen halk ezgileri, Oleg'in çığlıklarını bastırıyor ve adeta beni yanlarına çağırıyordu.
Derin bir iç çektim ve hayatımın büyük bir kısmının geçtiği evin salonuna son bir kez göz geçirdim. Oleg'in başında diz çökmüş; korkusundan titreyerek ağlayan annemin omzuna dokunduğumda ise, kendini ani bir refleks ile bir metre ileriye attı. Gözlerindeki korkuyu ve hayal kırıklığını fark ettiğimde ise, artık güvende olacağını bilmek tek tesellimdi. Salondan ağır ve emin adımlarla çıkmıştım. Paltomu giymek için kolumu kaldırdığımda; elimdeki kan, giriş kapısının iki yanında bulunan mermer melek heykellerinden birinin yüzüne sıçramıştı. O anı asla unutamam. Heykele bir kaç saniye baktıktan sonra, her defasında Oleg'in hakaretleri içerisinde girdiğim evin kapısından, ilk ve son defa bir zafer ile çıkıyordum. Dışarıya çıktığımda Euromaidan Aktivistleri'nin yaktığı devasa ateşin tüm sokağı aydınlattığını farkettim. Adeta büyülenmiştim. Gözlerimi o devasa ateşten ayırmadan, çığlık çığlığa söylenen halk ezgilerinin eşliğinde ateşe doğru yürüyordum. Ateşin sıcaklığını yüzümde hissedinceye dek yürüdüm ve sonunda; Dev Oleg'in karşısında nasıl dik ve gururlu bir edayla durduysam, o devasa ateşin karşısında da aynı edayla durdum. Etrafıma baktığımda ise; bu insanların, aslında her gün sohbet ettiğim insanlar olduğunu fark ettim. Komşu Çocuğu Aleksandr, Öğretmenim Bayan Targova, Kasap Jirko, Tamirci Ilbar ve daha nicesi...
(https://i.ibb.co/FmHsWss/euro1.jpg)
Ellerimdeki kanı tamamen unutmuştum. Öğretmenim Bayan Targova, bunu ilk fark eden olmuştu. Bayan Targova; sarışın, 1.70 boylarında, kemikli bir surat yapısına ve sert bir mizaca sahip bir kadındı. Ateşin özgürlük dansı, Bayan Targova'nın altın sarısı saçlarını gölgelendiriyordu. Okulda onun hakkında pek çok dedikodu bulunuyordu. Bunlardan en ünlüsü; Turuncu Devrim sırasında önemli bir rol üstlendiğiydi. Bizlere devamlı boyun eğmemeyi ve özgür olmayı anlatırdı. Asi ruhlu bir kadın olduğunun farkındaydım ancak bu sefer, bunu tecrübe ediyordum. Deniz mavisi gözlerini ellerimdeki kana dikmişti. Ailevi sorunlarımdan haberdar olduğu için durumu anlaması pek uzun sürmemişti.
Elini sırtıma koyarak; beni, dostane bir şekilde bir kaç metre ileride bulunan lastik yığınlarının yanına götürdü. Büyük, tahta bir kutunun üzerinden aldığı bez ile ellerimdeki kanı silerken benden ne olduğunu anlatmamı istiyordu. Nedendir bilmem, ancak ona öylesine güveniyordum ki; yaptığım canice şeyi ona tüm detaylarıyla anlatmıştım. Bu sırada annem, Oleg'i çoktan dispansere götürmüştü ancak o eve, arkamı dönüp de bir kere bile bakmadığım için bunlardan habersizdim. Dispanserde tutanak tutulmuş olmalı ki; birkaç saat sonra, Euromaidan Aktivistleri'nin yanından ayrıldığım ilk dakikada Berkutlar tarafından enselendim ve yaka paça, 2000 model eski bir minibüsün içerisine atıldım.
Berkutlar.. Ukrayna'nın sert adamları. Normalde böylesi bir saldırı ile ilgilenmek Berkutların görevi değildir. Yerel polis de bununla ilgilenebilirdi. Ancak, Oleg olayları nasıl anlattıysa; Berkutların gözünde ülke bütünlüğünü tehlikeye sokan bir direnişçi olarak görülüyordum. Tabi ya, Aziz Oleg... Yanukoviç yanlısı herkes, Berkutlar için birer azizdir.
Minibüsün içi kalabalıktı. İçeride benim gibi henüz reşit bile olmamış pek çok genç bulunuyordu. Ancak içeride ölüm sessizliği vardı. Kimse çıt çıkarmıyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse; Berkutların yanında Oleg devede kulak kalırdı. Yirmi dakika sonra minibüs büyük bir gürültüyle, titreyerek çalışmıştı. Bilinmeze doğru yol alıyorduk. O daracık, havasız minibüs kasasında kaç saat geçirdim bilmiyorum ama tek farkında olduğum şey artık evimden, Simferopol'den çok uzaktaydım.
(https://i.ibb.co/5nLg1SR/ba-lk3.jpg)
Saatler sonra minibüs nihayet durmuştu. Berkutların yüreklere korku salan ses tonları, minibüsün küçük havalandırma penceresinden duyulabiliyordu. Minibüsün çelik kapısına coplarla vurarak daha da korkmamızı sağlıyorlardı. Bir kaç dakika sonra kapıyı açmışlardı ve bir dakika içerisinde tüm herkesin minibüsten inmiş olmasını istediklerini söylemişlerdi. Herkes, apar topar bir biçimde kendini minibüsten dışarıya atıyordu. Minibüsten indiğimde ise ilk gözüme çarpan şey kocaman bir tabela olmuştu. "Berkut 652 ' 2". Tebessüm etmiştim. Hala Kırım'da olduğumuzu biliyordum. 652, Kırım'ın alan koduydu. '2 ise Kerç şehriydi.
Kerç'te kuzenlerim ve sıkı dostlarım bulunuyordu. Bu cehennemden çıkabilirsem yardım isteyebileceğim samimi insanların listesini çoktan kafamda hazırlamıştım. Bizleri tek sıra halinde Berkut karakoluna götürüyorlardı. Uzun, ince bir koridordan yaklaşık üç dakika yürüdükten sonra kesik kesik yanan bir lambanın aydınlattığı koridorun rutubetli avlusunda, başımızı duvara yaslayarak beklememiz istenmişti. Teker teker sorguya alınıyorduk. Sorgu odasına sağlam giren çoğu genç, yüzünde yara ve darp izleriyle çıkıyordu.
Sıra bana gelmişti. Kar maskeli, iri bir Berkut; kömür karası gözlerini, gözlerime dikmiş ve eliyle sorgu odasına girmemi işaret ediyordu. Bacaklarım titriyor ancak yüreğimdeki sebepsiz cesaret beni ayakta tutuyordu. Oleg'den almış olduğum intikam olmasaydı, sanırım oracıkta bayılabilirdim. Sorgu odasına ağır ağır yürürken, sırtımdan sert bir şekilde içeriye itildim. İçeride küçük bir masa ve karşısında sandalyede oturan bir Berkut şefi bulunuyordu. Odayı aydınlatan lamba fazla ışık vermiyordu. Berkut Şefi'nin yüzü ancak silüet olarak görünüyordu. Ayaklarını masanın üzerine uzatarak oturuyor ve elindeki bıçakla oynuyordu. Bir dakika sonra odadaki sessizlik, Berkut şefinin hırıltılı öksürüğü ile bozulmuştu.
(https://i.ibb.co/sjWkgjS/ba-4.jpg)
Gırtlağından gelen rahatsız edici bir ses tonu ile bana "Anlat!" demişti. Ne anlatacağımı bilmiyordum, zira bir gün içerisinde neler yaşamamıştım ki? Sessizliğim Berkut Şefi'nin sinirini bozmuş olacak ki; arkamda, kapının girişinde bulunan Berkut, bir anda sol kolumu büktü ve başımı sert bir biçimde Berkut Şefi'nin ayaklarını uzattığı masaya vurdu. Berkut Şefi yavaşça ayağa kalktı ve bir sigara yaktı. Masanın etrafında bir tur attıktan sonra, sigarayı tuttuğu elini masaya, yüzümün tam yanına, koydu. Sigaradan çıkan duman gözlerimi yakıyordu. Sigarasından bir nefes daha çekti ve o rahatsız edici ses tonuyla sorguya devam etti. Euromaidan Hareketi'nde sadece bir kaç saat geçirmiştim ancak öyle sorular soruyordu ki, ben bile bir ara hakiki bir aktivist olduğumu düşünmeye başlamıştım.
Sordukları aptalca soruların arasında Oleg'e dair hiçbir şey bulunmuyordu. Anlaşılan, Berkutların tek sorunu Euromaidan Hareketleri'ydi. Sorgu sırasında yediğim bir kaç tokadı saymazsak çok da kötü geçmemişti. Sorgunun ardından koluma giren iri yarı bir Berkut; beni, bir alt katta bulunan nezarethanenin boş hücrelerinden birine yerleştirmişti. Nezarethane soğuk, rutubetli ve loştu. İçeride gardiyan bulunmadığı için aktivistler kendileri arasında rahatça konuşabiliyordu. Hücreler arasında duvar yerine demir parmaklıklar bulunuyordu. Her yarım saatte bir yeni bir mahkum daha geliyordu. Bir kaç saat sonra yan hücreme tıkılan mahkumu bir yerlerden tanıyordum. Evet, evet! Kesinlikle onu daha önce görmüştüm.
(https://i.ibb.co/p4gVj20/x1.jpg)
Hücreye girdiğinde, demir parmaklığın arasından elimi uzatarak kendimi tanıtmıştım. Yüzüme bir kaç saniye baktıktan sonra elimi sıkarak adını söylemişti. Tam tahmin ettiğim gibi, onu tanıyordum. O; Valentin Nebroshenko'ydu. Vorozhniyy Teşkilatı'nın Simferopol'deki koluydu. Vorozhniyy Teşkilatı; Doğu Avrupa ülkeleri arasında iş yapan bir taşeron organizasyonuydu. Herkes onlar hakkında bir şeyler bilirdi ancak bildikleri hiçbir zaman doğrulanmış şeyler değildi. Benim bildiklerimse, yeraltından pek çok insanla bağlantı içerisinde olduklarıydı.
Hücrede, sohbet etmekten başka yapacak bir şey yoktu zira kimsenin gözüne uyku girmiyordu. Bay Nebroshenko hayat hikayemi ilgiyle dinlemişti. Oleg'e yaptıklarımı anlattığımda ise bir kaç saniye sessizce birbirimize bakmış ve sonrasında aynı anda kahkaha atmıştık.Ukrayna'dan gitmek istediğimi söylediğimde o anın karamsarlığına kapılmış olmalı ki, eğer çıkabilirsek bana yardımcı olacağına dair söz vermişti. Sanırım o da benim gibi samimiyetten hoşlanan biriydi. Aslında hiç de söylenenler kadar kötü birisine benzemiyordu. Onu açık sözlü, kültürlü ve yardımsever birisi olarak tanımıştım.