Erwin Aaron Calloway Sergeant I Vice City Police Departmant, Commerce Headquarters, Station Street, 124, Pershing Square Sabahın ilk ışıkları Vice City'nin turuncu ve pembeye çalan gökyüzünü boyarken, Erwin Calloway aynada kendine son bir kez baktı. Üniformasının kırışıksız durduğundan, saçlarının jilet gibi tarandığından ve Fransız parfümünün tam kararında sıkıldığından emin oldu. Koku onun için yalnızca bir alışkanlık değil, bir yaşam biçimiydi. Kötü koku, dağınıklık ve ihmalin en büyük düşmanıydı.
Erwin Calloway, Vice City'nin sert güneşi altında devriye aracının kapısını sessizce kapattı. Üniforması pürüzsüz, saçları taranmış, üstündeki Fransız parfümünün kokusu ve nikotin kokusu, Florida’nın nemli havasıyla karışıp adeta bir zırh gibi etrafına yayılıyordu.
Atandığı bu şehir, yepyeni bir başlangıç olmalıydı. Fakat ne kokular ne de üniformanın kusursuzluğu, yanında artık olmayan birini unutturabiliyordu: Michael Millhouse. Onun eski ortağı. Vice City’ye gelmeden haftalar önce, bir operasyonda kaybetmişti Michael’ı. Hâlâ, devriye arabasının yan koltuğuna her binişinde göz ucuyla boşluğu süzüyor, alışkanlıkla onun hala orada oturduğunu hayal ediyordu. Aslında o his, o boşluk, Michael Millhouse’un Vice City’ye gelmeden çok önce kaybolmuş varlığının hayaletiydi.
Michael Millhouse, Erwin’in sadece ortağı değil, yıllarını omuz omuza geçirdiği tek insandı. Eski günlerde, kasaba devriyelerinde, gece yarısı ıssız yollarda iki kişilik muhabbetler kurarlardı. Soğuk kahve, bayat donutlar, ve her zaman Michael’ın şu cümlesi: "İnsanların en zoru, kendini anlatamayanıdır, Erwy. Suçluyu değil, hikayesini bul önce."
Erwin bu sözleri defalarca duymuştu. Ve her seferinde gülüp geçerdi. Ama Michael o cümlede ciddiydi. O, olaylara silahla değil, insanlara anlamaya çalışarak yaklaşan ender polislerden biriydi.
Bir gece, son görevlerinden birinde, şehrin sınırında terk edilmiş bir depoda bir ihbar için gitmişlerdi. İkisi de içeri girdiğinde, bir şeylerin ters gittiğini hemen hissetmişti Erwin. Silah sesleri patladığında, Michael yanındaydı. İkinci ses geldiğinde... artık değildi.
O an, Erwin'in dünyasında bir şeyler sessizce kopmuştu. Hava sessizleşmişti, kokular silikleşmişti, zaman yavaşlamıştı. Onun yerini, artık yan koltuğunda taşınan bir yokluk almıştı.
Vice City’ye geldiğinde Michael’dan kalan bu alışkanlık, bu sessizlik, onunla birlikte şehrin yeni sokaklarına taşındı.
Vice şehrinde ilk vardiyasında gelen anons beklediğinden ağırdı: "Havaalanında beyaz aracın içerisinde bomba şüphesi. Vaka bölgesine tüm ekipler yönlendirildi."Vice Şehri Uluslararası Havalimanı’na vardığında, güneşin aydınlattığı pistin kenarında, yolcu terminalinin önünde dehşet verici bir manzara onu karşıladı. Sarı şeritlerle çevrili bölgenin içinde cesetler... Çok sayıda. Kimileri patlamanın şiddetiyle tanınmayacak hale gelmiş, kimileri sanki zaman donmuş gibi hareketsizdi.
Erwin, havaya yayılan metalik kan kokusunun, tozun ve yanan plastiklerin arasında derin bir nefes aldı, cebindeki parfüm şişesine istemsizce uzandı ama vazgeçti. Bu, Michael’ın yokluğundan sonra hissettiği ikinci "gerçek dünya" tokadıydı. Havalimanındaki patlama sonrası cesetlerin ortasında dururken, Michael’ın bir zamanlar dediği bir cümle takıldı zihnine: "Bazen cesetler konuşamaz, ama etrafları hep bir şeyler fısıldar." Erwin gözlerini kapadı, derin bir nefes aldı. Burnuna artık yalnızca kanın metalik kokusu değil, geçmişten gelen bir dostun hatırası da doluyordu. Vice City onun için yeni bir başlangıç değildi. Eski hikayenin devamıydı. Ve Michael’ın bıraktığı boşluğu, ne üniforma, ne koku, ne terfi doldurabiliyordu.
Vice City, belki de kokularla ve kibar sözlerle maskelenemeyecek kadar çürük bir yerdi. Ama Erwin Calloway, hem bu şehirde hem de içinde kaybolmamaya kararlıydı.
"Gece benim en iyi dostumdur. Ruhumdaki fırtınayı yatıştırır ve yol gösterici yıldızın yükselmesini sağlar." |