Tembellik. Ama öyle değil, miskinlik daha çok. Yapacağı şeyi yapmayan, vaad verip yerine getirmeyen veya sürekli erteleyen insanlar. Bir şeyi yapmak istemiyorsanız ya da yapabileceğinize inanmıyorsanız gaza gelip yapacağınızı söylemeyin. Bir insan kendini tanımalı, neyi yapıp yapamayacağını bilmeli ve buna göre çevresine vaad vermelidir. Çevrenizden çok kendinizi kandırmış oluyorsunuz sadece.
İkincisi, bir nevi sünepelik veya eziklik. Onu yapamam, bunu beceremem, şuna gücüm yok, bunun için çok kötüyüm, yorgunum, halsizim diye takılmak. Zaman zaman kendim de bu durumun içine düşüyor olsam da bir nevi zayıflık göstergesidir. İnsan yapısı gereği oldukça güçlü. Atalarımızın nerden gelip neler yaptığı ortada. (Kurtuluş savaşı veya İstanbul fethini kast etmiyorum. Diğer atalarımız, 30000 yıl öncesi)
Sonuncusu da sanırım şişirmek ya da şişirilmek. Sürekli kendini öven ya da aslında olmadığı bir kalıba girmeye çalışıp çevresine kendini bu şekilde pazarlayan insanlardan hoşlanmam. Bir nevi yine kendini kandırmak ve insanları kandırmaya çalışmak, sadece kasıntı yapıyor kişiyi. Özgüven farklı bir şeydir tabi, ikisini karıştırmamak gerekir.
Engin Günaydın’ın yeraltı edebiyatındaki harika dostoyevski tirardıyla bitireceğim.
“Sayın generalim ve kadirşinas yalakaları; şunu iyi bilin ki, gösteriş budalası insanlardan, gösterişli laflardan, gösterişin kendisinden, hiç hoşlanmam, bu bir. Kibirden, kendini beğenmişlikten, bütün bu dağları ben yarattım havalarından, süslü kişiliklerden nefret ederim, bu iki. Yalakalardan, yalakalıktan, yalakaca edilmiş laflardan ve davranışlardan da nefret ederim bu üç. Dördüncüsü, gerçeği, içtenliği, samimiyeti çok severim. Ve Dostoyevski’nin dediği gibi: gerçeğin, her şeyin üstünde, zavallı egolarımızın bile üstünde tutulmasını isterim. Arkadaşlığın karşılıklı, açık sözlü ve yalansız olanı için canımı veririm. Evet, buna bayılırım. Arkadaşlık, hassaslık ve incelik isteyen bir iştir. Öyle kabalığa, özensizliğe, alaycılığa gelmez.”